Bazı anketlerde bir özürünüzün olup olmadığı sorulur ya, ben genellikle şu cevabı veririm: Bazı insanlık durumlarını anlama özürlü. Gerçekten de böyle bir özürüm var. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bir türlü anlayamadığım durumlar var. Mesela insanın durduk yerde, hiç bir neden yokken yalan söylemesini; kendini savunma olanağından yoksun birine zulmetmesini; oluşumuna yahut varlığına hiçbir katkısının olmadığı şeylerle övünmesini ve bunlara benzer benzemez bir sürü şeyi anlamakta sonsuz güçlüklerim var. Bunların hiçbirini, hiçbir zaman yapmamış olduğumdan değil; yaptığı her şeyi anlayan varsa, beri gelsin!
İnsanların atalarıyla övünmeleri de anlayamadığım işlerdendir. İnsanın yaşı ilerledikçe ve birikimi arttıkça kimi şeyleri anlaması kolaylaşır ya; iş gelip de bu “atalarla övünme” meselesine dayanınca bende tam tersi oluyor. Çünkü kıyısından köşesinden biraz biyoloji, evrim, genetik filan okumuşsanız eğer; böyle bir tutumun salaklığı daha bir aşikâr hale geliyor. Bu durumu gayet güzel anlatan bir hikâye okumuştum biyerlerde: Bir sperm bankası Nobel kazanmış bilim adamlarından sperm rica etmiş. Bankaya koysunlar da süper çocuk isteyenlere satsınlar diye herhal! Nobel’li bir fizikçi, galiba, “Eğer dahi çocuk istiyorsanız; yanlış kişiye geldiniz; babama gitmeliydiniz. Kendisi New York’a göçmen gelmiş fakir bir terziydi. Benim kötü gitar çalan iki oğlum var, bütün becerebildiğim bu oldu” diyerek reddetmiş. Bir kere daha anlıyor insan kimseye boşuna Nobel vermediklerini.
Son birkaç yıldır sıkça başvurduğum bir makara yöntemi var: Asalet taslayan, verili koşulları üzerinden hak talep eden arkadaşlarıma ve tanıdıklarıma ünvanlar dağıtıyorum. Dağıttığım kimi ünvanlar şunlar: Girit Şövalyesi, Burdur Kontesi, Pasinler Baronesi, Bursa Arşidükü, Tebriz Baronu, Ankara Granddüşesi, Niğde Dükü ve Brastik Kontu! Benim bir ünvanım yok, avamım. Hem bir gen havuzundan çıkmış bir piyango olduğumun farkındayım; hem de, çok sevdiğim bir söz gereği, “yerin altındaki kısımlarıyla övünme ayrıcalığının; patatesler, yer elmaları ve yer fıstıklarına bırakılması gerektiğine” yürekten inanırım. Ama işte yine de, bazı insanlarda var böyle eğilimler. Falanın oğlu, filanın kızı, bilmem kimin torunu filan oldukları için övünüyorlar. Kolay kolay beğenmiyorlar herşeyi, fazlasıyla ince, zarif ve kırılganlar; asiller bir bakıma. Başka insanların her gün yaşadığı, maruz kaldığı şeyleri, kendilerinin “asla” kaldıramayacaklarını, yapamayacaklarını vs. vehmediyorlar. Ben de içimden söyleniyorum: “Hele bir mecbur olmayagörün, hepsi olur”.
Paul Auster’in Kehanet Gecesi adlı bir romanını okumuştum. Öyle hikâye içinde hikâye içinde hikâye şeklinde bir romandı, güzeldi. Roman karakterlerinden biri bir yazar ve yönetmenin biri bu yazara H. G. Wells’in “Zaman Makinası” romanına dayanan bir senaryo yazma işi veriyor. Bu senaryodan aşağıdaki bölümü dikkatlerinize sunuyorum; fazla söze hacet yok:
“O güne dek, zaman içinde yolculuk başarılmış, ama pek sık uygulanmıyor; kullanımında kısıtlamalar var... Tarihte başka zamanları ziyaret etme zevki için değil, yeteşkinliğe geçiş töreni olarak. Bu iş de yirmi yaşına gelince gerçekleşiyor. O kişinin onuruna bir kutlama töreni yapılıyor, aynı gece geçmişe gönderilerek dünyada bir yıl dolaşmasına ve atalarını gözlemesine izin veriliyor. Doğmundan iki yüz yıl önce başlıyor; yaklaşık olarak yedi kuşak önce, yavaş yavaş bugüne kadar geliyor. Bu yolculuğun amacı kişiye alçakgönüllülüğü ve duygudaşlığı öğretmek, insanlara hoşgörüyle bakmasını sağlamak. Yolculuğu sırasında karşılaşacağı yüzlerce kişi sayesinde insanla ilgili bütün olasılıklar önünce açılacak, genetik piyangonun bütün rakamları ortaya çıkacaktır. Zaman gezgini, devasa bir çelişkiler kazanından gelmiş olduğunu ve ataları arasında dilenciler ve aptallar, azizler ve kahramanlar, sakatlar ve güzeller, yumuşak başlılar ve caniler, fedakârlar ve hırsızlar olduğunu öğrenecektir. Bunca kısa bir zaman dilimi içinde bunca hayata tanık olmak, insanın kendisini ve dünyadaki yerini farklı bir yönden tanıması demektir. İnsan kendini, kendinden daha büyük bir şeyin parçası olarak, farklı bir birey olarak görecektir, ne kendinden önce, ne de kendinden sonra bir benzeri olmadığını anlayacaktır. Sonunda, kendi kendini yapma sorumluluğunu yalnızca kendinin taşıdığını anlayacaktır.”
Demek ki neymiş? Alçakgönüllü olunacak! Ol! Kendini yapma sorumluluğu yalnızca sana ait! Yap! Bu kadar!..
1 yorum:
Gümbürtüye gittiler desene;onca kahramanlık marşları filan... 'Ceddin deden-neslin baban...' diye ünnemelerimiz,hepten hava gazıymış;bilimsel olarak. Ben neyle övünücem şimdik hay hocam! Hah buldum! 'Bu lafları yazan deli kız,arkaaşımdır' derim gayri :))
Yorum Gönder