31 Ekim, 2010

HATIRALAR HAYAL OLDU!..

Bilişsel uyumsuzluk psikoloji literatürüne Leon Festinger nam bir bilim kişisi tarafından kazandırılmış bir kavramdır. Öz olarak birbiriyle çelişen iki “biliş”i aynı anda yaşamanın yarattığı gerilim ve bu gerilimi çözme çabasıyla ilgilidir; biz güzel dilimizde buna “Kimse ayranım ekşi demez!” diyoruz. Diyelim ki sigara içiyorsunuz ve aynı zamanda sigara içmenin sağlığınıza feci şekilde zararlı olduğunu biliyorsunuz. “Sigara içmek sağlığa zararlıdır” ve “ben zeki ve makul bir insanım ve bile bile zararlı bir şeyi yapmam” şeklinde, nur topu gibi iki bilişiniz oldu değil mi? Bu iki biliş, doğal olarak, çelişiyor. Çelişince sinirinizi bozuyor, huzurunuzu kaçırıyor. Rahatsız oluyorsunuz. Bu durumda sigarayı bırakmanız en doğrusu gibi görünüyor ama yapamıyorsunuz. Ne yapıyorsunuz o zaman? Sigara içmenin öyle söylendiği kadar kötü bir şey olmadığına ya da sigara içme riskine girebileceğinize; çünkü sigara içmenin geriliminizi azalttığına ve kilo almanıza engel olduğuna (ne de olsa şişmanlık da sağlık için önemli bir risktir ve gerilimin hastalıkların oluşumunda önemli bir etken olduğunu çocuklar bile bilir!) vs. kendinizi inandırarak hissettiğiniz bilişsel uyumsuzluğu azaltıyorsunuz. Hem sigara içmeye hem de zeki ve makul bir insan olmaya değilse de olduğunuza inanmaya devam ediyorsunuz. Bilişsel uyumsuzluk kısaca budur.

Ama asıl önemli soru şudur: Bilişsel uyumsuzluk hissetmenin mala davara zararı var mıdır? El cevap: Vardır! Hem de çok büyük zararları vardır. Yaptığımız kötü seçimlerde ısrar etmemizin, hatalarımızı kabul etmememizin, asla düşmeyeceğimizi düşündüğümüz durumlara düşmemizin, asla yapmam dediğimiz şeyleri yapmamızın ve buna rağmen bütün bunların olduğunu idrak etmekte direnmemizin sebeplerini bilişsel uyumsuzluk kuramı gayet güzel açıklar.

Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul’da “Birdenbire alçak olmak lazımgelseydi, pek az adam alçak olurdu.” diyor. İşte bu, tam da bilişsel uyumsuzluk kuramının söylediği şey: Küçük adımlar atıyorsunuz alçaklık yolunda ve her defasında “ben kötü bir şey yaptım” ve “ben iyi bir insanım” bilişleri arasındaki uyumsuzluğu hissediyorsunuz. Ve her defasında iyi bir insan olmaya devam ettiğinize, o yaptığınız şeyin o kadar da kötü olmadığına kendinizi inandırıyorsunuz. Ve o küçük adımlar sizi bir alçak olmaya doğru yavaş yavaş taşıyor.

Yapılan deneyler ve gözlemler gösteriyor ki, en büyük yanlışları yapanlar en kuvvetli bilişsel uyumsuzluğu yaşıyorlar ve yaşadıkları uyumsuzluğu gidermek için yanlışın aslında yanlış olmadığına kendilerini inandırmak ihtiyacıyla kıvranıyor; en sonunda yaptıklarının aslında “doğru” olduğuna inanmanın bir yolunu  mutlaka buluyorlar. Örneğin işkenceciler böyle uyuyabiliyor geceleri. İlkin kötü bir şey yaptıklarını düşünüyorlar ama kendilerine kötü diyerek yaşamaları mümkün değil! O zaman yaptıklarının iyi bir şey olduğuna inanmalarını sağlayacak yollar arıyorlar: Tamam onlar işkence yapıyorlar ama işkence ettikleri kişiler de vatan haini. Ve vatan hainleri işkenceyi hak eder. Böylece kendilerinin yerine işkence ettikleri kişileri “kötü” ilan ediyor ve artık gittikçe daha ağır işkenceler yapıyorlar. İşkencenin dozunu giderek artırmaları, yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğu çözmelerine yarıyor: Vatan hainlerinin canlarına okumak gerekir yoksa vatan elden gider ve kendileri de buna engel olmaya çalışan vatanperverlerdir; o halde o “kötü” insanlar en kötüsünü hak etmişlerdir. Güney Afrika ve Güney Amerika’daki çeşitli ülkelerdeki işkencecilerle görüşmeleri içeren araştırmalar böyle düşündüklerini, kendilerini buna inandırmış olduklarını teyit ediyor.

Bilişsel uyumsuzluk yalnızca işkencecileri vicdan azabı çekmekten kurtarmıyor. İnsana dair olan hiç birimize yabancı olamayacağı ve bilişsel uyumsuzluk da zihnimizin işleyiş biçiminin bir ürünü olduğu için, hepimizin kafasının işleyişinde bu mekanizmaya mutlaka yer olmalı. Nasıl mı? Aşk hayatımızdan iş hayatımıza, alışverişten öğrenime aklınıza gelebilecek bütün alanlarda.

Mesela ben aslında hukuk yahut siyasal bilimler okumak istemiştim ama cilveli kaderin çeşitli hareketleri sonucu jeolojiye girmiştim. Daha birinci sınıfta kendimi bunun benim için en doğrusu olduğuna inandırdım; inanır mısınız? Yıllar sonra çok severek yaptığım işimi değiştirdim bir gaflet anında; yeni işim öylesine berbattı ki kendimi bu işin daha iyi olduğuna inandırmam pek mümkün olamazdı ama şuna inandırdım: Aslında eski işimde kalsam, pek çok şey kaybeder, yeni işimin önümde açtığı olanaklardan mahrum kalırdım (gizli işsizdim ve yaklaşık 8 yılı odamda kitap okuyarak geçirdim). Öyle olduğuna bir ölçüde hala daha inanırım (ve zaten bilişsel uyumsuzluk kuramı da bunu gerektirir). Fakat bilişsel uyumsuzluk kuramı der ki, eğer işimi değiştirmeseydim ve o sevdiğim işte kalsaydım; kalmanın benim için en iyisi olduğuna da aynı şiddetle inanacaktım! Araştırmalara göre her neyi ve/veya kimi seçmişsek, o seçimimizi haklı gösterecek gerekçelere sıkı sıkıya sarılıyor; aksine kanıtları ısrarla görmezden geliyoruz. Buna da kendi kendini haklı çıkarma deniyor. Yani minareyi çalıyoruz, sonra bakıyoruz ki bu bizi hırsız yapar; hemen bir kılıf hazırlıyoruz: Evet minareyi çalmış olabiliriz ve fakat minare de eğriydi; görüntüyü bozuyordu; bize daha çok lazımdı, orda öyle boşuna durmasından iyi bir şeydi bizim almamız vs. vs.

Bilişsel uyumsuzluk hafıza kayıtlarımızda “düzenlemeler yapmamıza”, olanları olduğu gibi değil işimize geldiği gibi anımsamamıza ve geçmişin/olanların hikâyesini yeniden yazmamıza neden oluyormuş inanır mısınız? (Farkındayım bu soruyu ikinci defa soruyorum ama inanılır gibi görünmediğini ben de kabul ediyorum ve evet “hatırladıklarımız” her zaman gerçek değil, pek çok araştırma bunu gösteriyor).

Bilişsel uyumsuzluğun ciddi hasar yarattığı durumlardan biri de ikili ilişkiler. Diyelim ki bir çift ayrıldı. Bakın neler oluyormuş (örnek evli çiftler ve boşanma üzerinden ama pekâla sevgililere de uyarlayabilirsiniz): “Elbette, bazı insanlar mevcut durumun zararlarını ve yararlarını makul bir şekilde değerlendirerek ayrılma kararı alırlar; fakat büyük çoğunluk, bu kararı, ilişkinin tarihini yeniden yazarak ve yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğu azaltma çabasıyla; hileli bir şekilde alır. Çiftler, ideallerinden çok uzak olsa bile ilişkilerini sürdürmeye niyetli oldukları sürece, kararlarını destekleyecek yollar kullanarak, yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğu azaltırlar: “O kadar da kötü değil.” “Evliliklerin çoğu benimkinden kötü yahut en azından daha iyi değil.” “Evet, doğum günümü unuttu ama beni sevdiğini gösteren başka bir sürü şey yapar.” “Sorunlarımız var evet ama onu seviyorum neticede.” Eşlerden biri veya ikisi birden boşanmayı düşünmeye başladığı zaman, öte yandan, yaşanan bilişsel uyumsuzluğu azaltma çabaları, artık, ayrılma kararını haklı hale getirmeye yönelecektir: “Bizim evliliğimiz bir felâket.” “Çoğu evlilik benimkinden iyi.” “Doğum günümü unuttu; bu beni sevmediği anlamına gelir.” Ve yirmi yahut otuz yıldan sonra, terk eden eşin acımasız sözleri: “Seni asla sevmedim.”
Bu son özel açıklamanın zalimliği, söyleyenin ayrılma kararını haklı gösterme ihtiyacıyla at başı gider. Bariz dış etkenler yüzünden ayrılmak zorunda kalan çiftler (örneğin çiftlerden birinin fiziksel ya da psikolojik tacizde bulunması yüzünden), bu kararlarını haklı hale getirmek için ilave neden bulma ihtiyacı duymayacaklardır. Ne de, nadir de olsa, ayrılık kararının başlangıçta yarattığı acının yerine, eninde sonunda, sıcak arkadaşça duyguları koyarak dostane bir şekilde ayrılan çiftler böyle bir ihtiyaç duyacaklardır. Bu gibi çiftler eski eşlerini kötülemek ve mutlu zamanlarını unutmak ihtiyacı duymazlar; çünkü “İlişkimiz yürümedi.”, “Zaman içinde birbirimizden uzaklaştık.” yahut “Evlendiğimizde o kadar gençtik ki, daha iyisinin olabileceğini bilmiyorduk.” diyebilirler. Fakat boşanma önemli sonuçlara yol açtığı, çok acı verici ve pahalı olduğu ve özellikle de taraflardan birisinin boşanmayı isteyip, diğerinin istemediği zamanlarda, her iki taraf da çok acı veren duygulara kapılacaklardır. Bu çiftler, neredeyse şaşmaz bir şekilde boşanmaya eşlik eden kızgınlık, öfke, incinmişlik ve keder duygularına ilaveten, bir de yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğun yol açtığı acıyı yaşayacaklardır. Bu gibi boşanmalara eşlik eden bilişsel uyumsuzluk ve insanların çoğunluğunun hissettikleri uyumsuzluğu azaltmak için başvurdukları yollar, boşanma sonrasında hissedilen düşmanlıkların asıl nedenleri arasındadır.
Eğer terk edilen siz iseniz; “ben iyi bir insanım ve harika bir eş oldum.” ile “Eşim beni terk ediyor. Bu nasıl olabilir?” arasında, benliğinizi paramparça eden bir bilişsel uyumsuzluk hissedebilirsiniz. Kendinizin sandığınız kadar iyi bir insan olmadığınız yahut iyi bir insan olduğunuz ama bayağı kötü bir eş olduğunuz sonucuna varabilirsiniz ama aramızdan çok azımız, yaşadığı bilişsel uyumsuzluğu iğneyi kendine batırarak çözümlemeyi seçer. Yaşadığınız uyumsuzluğu, eşinizin zor ve bencil biri olduğu ama sizin bunu şu ana kadar tam olarak anlayamamış olduğunuza karar vererek azaltmak çok daha kolaydır.
Eğer terk eden siz iseniz, o zaman da, bir zamanlar sevdiğiniz birine çektirdiğiniz acıları haklı hale getirerek, azaltmanız gereken bir bilişsel uyumsuzluk hissedersiniz. Çünkü siz iyi bir insansınızdır ve iyi insanlar bir başkasına acı çektirmezler; o halde eşiniz başına gelenleri hak ediyor olmalıdır, hatta belki de sizin idrak ettiğinizden de fazla. Boşanan çiftleri gözlemleyen insanlar, boşanmayı isteyen tarafın çok mantıksız gibi görünen düşmanca tutumları karşısında şaşkınlığa düşerler; oysa izledikleri, eylem halindeki, bilişsel uyumsuzluğu azaltma çabasıdır.
Bilişsel uyumsuzluk kuramı; boşanma konusunda başlangıçta en büyük kararsızlığı yaşayan yahut tek yönlü olarak aldığı karar yüzünden en büyük suçluluğu duyan tarafın, aynı zamanda ayrılma kararını haklı hale getirmek için en güçlü ihtiyacı duyacak kişi olduğunu da tahmin etmemize olanak verir. Buna karşılık, terk edilen eş de bu denli acımasız ve haksız bir muamele gördüğüne inandığından, yaptığı misillemeleri haklı göstermek için müthiş bir zorunluluk hissedecektir. Her iki tarafın yazdığı yeni hikâye; hem eski eşlerin son zamanlardaki korkunç davranışları hem de hikâyeyi teyit edecek anılar tarafından desteklenir ve eski eş tamamen kötü bir insan olarak görülmeye başlanır. Kendi kendini haklı çıkarma süreci boyunca, kararsızlık kararlılığa, suçluluk öfkeye evrilir. Aşk hikâyesi biter, nefretin kitabı yazılmaya başlanır.” (Benim Hatam Değil, Carol Tavris & Elliot Aronson, Kuraldışı Yayınları)
Bilişsel uyumsuzluk kuramı hepimizin yaptığı; kendimizde değil ama başkalarında apaçık gördüğümüz ve anlamakta zorlandığımız şeylerin (1) bizde de, şu ya da bu ölçüde, aynen var olduğunu ve (2) olmayacak görünen işlerin küçük adımlar halinde ve her adımda kendimizi haklı çıkararak nasıl gerçekleştiğini anlamamızı sağlar. Ancak bu durumu anlarsak ve bilişsel uyumsuzluk yaşadığımız durumların farkına varıp, önlemli davranırsak, yaratacağı hasarlardan kendimizi ve başkalarını esirgeyebiliriz. Peki şart midur? Yoo, bunca zaman kendi kendimizi haklı çıkararak ve bilişsel uyumsuzluk nedir bilmeden “mutlu – mesut” yaşayıp gitmişken, “huzurumuzu” bozmayıp aynen devam edebiliriz. Ne demişler: Cehalet mutluluktur!

28 Ekim, 2010

YERİN ALTINDAKİ KISIMLARIYLA ÖVÜNME AYRICALIĞI KİME AİTTİR?

Bazı anketlerde bir özürünüzün olup olmadığı sorulur ya, ben genellikle şu cevabı veririm: Bazı insanlık durumlarını anlama özürlü. Gerçekten de böyle bir özürüm var. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bir türlü anlayamadığım durumlar var. Mesela insanın durduk yerde, hiç bir neden yokken yalan söylemesini; kendini savunma olanağından yoksun birine zulmetmesini; oluşumuna yahut varlığına hiçbir katkısının olmadığı şeylerle övünmesini ve bunlara benzer benzemez bir sürü şeyi anlamakta sonsuz güçlüklerim var. Bunların hiçbirini, hiçbir zaman yapmamış olduğumdan değil; yaptığı her şeyi anlayan varsa, beri gelsin!

İnsanların atalarıyla övünmeleri de anlayamadığım işlerdendir. İnsanın yaşı ilerledikçe ve birikimi arttıkça kimi şeyleri anlaması kolaylaşır ya; iş gelip de bu “atalarla övünme” meselesine dayanınca bende tam tersi oluyor. Çünkü kıyısından köşesinden biraz biyoloji, evrim, genetik filan okumuşsanız eğer; böyle bir tutumun salaklığı daha bir aşikâr hale geliyor. Bu durumu gayet güzel anlatan bir hikâye okumuştum biyerlerde: Bir sperm bankası Nobel kazanmış bilim adamlarından sperm rica etmiş. Bankaya koysunlar da süper çocuk isteyenlere satsınlar diye herhal! Nobel’li bir fizikçi, galiba, “Eğer dahi çocuk istiyorsanız; yanlış kişiye geldiniz; babama gitmeliydiniz. Kendisi New York’a göçmen gelmiş fakir bir terziydi. Benim kötü gitar çalan iki oğlum var, bütün becerebildiğim bu oldu” diyerek reddetmiş. Bir kere daha anlıyor insan kimseye boşuna Nobel vermediklerini.

Son birkaç yıldır sıkça başvurduğum bir makara yöntemi var: Asalet taslayan, verili koşulları üzerinden hak talep eden arkadaşlarıma ve tanıdıklarıma ünvanlar dağıtıyorum. Dağıttığım kimi ünvanlar şunlar: Girit Şövalyesi, Burdur Kontesi, Pasinler Baronesi, Bursa Arşidükü, Tebriz Baronu, Ankara Granddüşesi, Niğde Dükü ve Brastik Kontu! Benim bir ünvanım yok, avamım. Hem bir gen havuzundan çıkmış bir piyango olduğumun farkındayım; hem de, çok sevdiğim bir söz gereği, “yerin altındaki kısımlarıyla övünme ayrıcalığının; patatesler, yer elmaları ve yer fıstıklarına bırakılması gerektiğine” yürekten inanırım. Ama işte yine de, bazı insanlarda var böyle eğilimler. Falanın oğlu, filanın kızı, bilmem kimin torunu filan oldukları için övünüyorlar. Kolay kolay beğenmiyorlar herşeyi, fazlasıyla ince, zarif ve kırılganlar; asiller bir bakıma. Başka insanların her gün yaşadığı, maruz kaldığı şeyleri, kendilerinin “asla” kaldıramayacaklarını, yapamayacaklarını vs. vehmediyorlar. Ben de içimden söyleniyorum: “Hele bir mecbur olmayagörün, hepsi olur”.

Paul Auster’in Kehanet Gecesi adlı bir romanını okumuştum. Öyle hikâye içinde hikâye içinde hikâye şeklinde bir romandı, güzeldi. Roman karakterlerinden biri bir yazar ve yönetmenin biri bu yazara H. G. Wells’in “Zaman Makinası” romanına dayanan bir senaryo yazma işi veriyor. Bu senaryodan aşağıdaki bölümü dikkatlerinize sunuyorum; fazla söze hacet yok:

“O güne dek, zaman içinde yolculuk başarılmış, ama pek sık uygulanmıyor; kullanımında kısıtlamalar var... Tarihte başka zamanları ziyaret etme zevki için değil, yeteşkinliğe geçiş töreni olarak. Bu iş de yirmi yaşına gelince gerçekleşiyor. O kişinin onuruna bir kutlama töreni yapılıyor, aynı gece geçmişe gönderilerek dünyada bir yıl dolaşmasına ve atalarını gözlemesine izin veriliyor. Doğmundan iki yüz yıl önce başlıyor; yaklaşık olarak yedi kuşak önce, yavaş yavaş bugüne kadar geliyor. Bu yolculuğun amacı kişiye alçakgönüllülüğü ve duygudaşlığı öğretmek, insanlara hoşgörüyle bakmasını sağlamak. Yolculuğu sırasında karşılaşacağı yüzlerce kişi sayesinde insanla ilgili bütün olasılıklar önünce açılacak, genetik piyangonun bütün rakamları ortaya çıkacaktır. Zaman gezgini, devasa bir çelişkiler kazanından gelmiş olduğunu ve ataları arasında dilenciler ve aptallar, azizler ve kahramanlar, sakatlar ve güzeller, yumuşak başlılar ve caniler, fedakârlar ve hırsızlar olduğunu öğrenecektir. Bunca kısa bir zaman dilimi içinde bunca hayata tanık olmak, insanın kendisini ve dünyadaki yerini farklı bir yönden tanıması demektir. İnsan kendini, kendinden daha büyük bir şeyin parçası olarak, farklı bir birey olarak görecektir, ne kendinden önce, ne de kendinden sonra bir benzeri olmadığını anlayacaktır. Sonunda, kendi kendini yapma sorumluluğunu yalnızca kendinin taşıdığını anlayacaktır.”

Demek ki neymiş? Alçakgönüllü olunacak! Ol! Kendini yapma sorumluluğu yalnızca sana ait! Yap! Bu kadar!..

24 Ekim, 2010

SENİH EFENDİ İLE MACİDE - Mithat Cemal Kuntay (Üç İstanbul'dan)

Yatakta büsbütün çirkinleşen Senih Efendi, Macide’nin dokuz seneden beri her gece sarılıp yattığı bir işkenceydi. Kocasının çürük etinden tiksinir, eli eline değdikçe ağlamak isterdi. Senih Efendi’nin çehresinde ihtiyarlık insan etinin çamurlaşmasıydı;fakat bundan ne çıkardı? Macide’nin dudaklarıyla bu çamura tahammül etmesini Senih Efendi erkekliğinin hakkı olarak kabul etmişti; hem de Macide namuslu kalmak şartıyla.

Ve bütün tiyatrolar gibi bu dram gece oynanırdı: Aşkta dünyanın en güzel sadeliği olan çıplak insan vücudunu, karı koca arasında, bitmeyen bir tekerrürle facia haline gelmekten medeni insanlar, yarım karanlıklar, zarif hileler, ayrılan odalarla kurtarırken; Macide’nin yatak odasındaki aşk, Senih efendinin yukarıda saydığım beş altı pöstekisinden soyunur, çiğ bir ziyanın altında kımıldar, duvarda dünyanın en çirkin gölgesi siyah bir hokkabaz gibi uzalır, kısalırdı. Macide gölgenin bitmesini bekleyerek gözlerini kapar, fakat nihayet açılan gözleri gölgenin yorgun aslını yanıbaşında uzanmış görünce kadın haykırmak, kaçmak isterdi.
Kaçmak mı? Fakat nereye?

Dünyanın dışında başka bir dünya parçası olmadıkça Macide bu yataktan bir karış kaçamayacak, Senih Efendi’nin rutubetli dudaklarına vücudunun hiçbir tarafı itiraz edemeyecektir. Ve iki ayağı çukurda olan Senih Efendi her gece mezarından yarı beline kadar uzanacak, Macide’yi kucaklayacaktır. 

O, bunun için kadın doğmuş, bunun için güzel olmuştur. Tesadüfün kararı, insanların kanunları, fukaralık, kimsesizlik Senih Efendi’nin gövdesine Macide’yi dolamışlar, bağlamışlardır.

22 Ekim, 2010

DİNOZORLAR, HAYAT, AŞK vs. *- Monika Maron (Animal Triste'den)

“İnsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir. Unutmak ruhun bayılmasıdır. Hatırlamanın, unutmamakla hiçbir ilgisi yoktur. Tanrı ve dünya Brachiosaurus’u unuttu. Yüz elli milyon yıl boyunca yeryüzünün hatta muhtemelen kozmosun belleğinden silindi, ta ki Profesör Janensch Tendaguru’da onun birkaç kemiğini buluncaya dek. Bundan sonra onu hatırlamaya başladık, yani onu yeniden icat ettik, küçük beynini, beslenmesini, alışkanlıklarını, onunla yanı çağda yaşayanları, türüne özgü uzun ömrünü ve ölümünü. Şimdi o yeniden var ve her çocuk onu tanıyor.”
...
“Dinozorların soyunun tükenmesi, kırk elli yıl önce gazetecilerin ve her yaş grubundan gazete okurlarının, hatta çocukların en sevdiği konulardandı. O zamanlar, hiç kimsenin dinozorların yaşamıyla değil de sadece ölümüyle ilgilenmesini tuhaf buluyordum. Hiç kimse bu devlerin nasıl olup da yüz milyon yıl ya da daha uzun süre hayatta kalabildiklerini sormuyordu, oysa benim için asıl bilmece buydu. Sanki yeryüzünde bu kadar uzun bir süre yaşayan bir şeyin günün birinde ortadan kaybolması normalmiş gibi. Muhtemelen insanları dinozorların ölümüne mantıklı, bir defalık, hiçbir surette tekrarlanmayacak, kendileri için söz konusu olamayacak bir şey bulmaya zorlayan, tam da bu sezgiydi. Çünkü insanlar aslında sürekli olarak kendilerinin, kâh atom bombasıyla, kâh yeni türden hastalıklarla, sonra erimeye başlayan kutuplar yüzünden yok olacaklarından korkmakla meşguldüler; sanki kendi ölümleri ve hayatta kalmaları buna bağlıymış gibi insanlığın yok oluşundan müthiş korkuyorlardı. Kendi kendilerine tekinsiz gelmeye başlamışlardı. Türlerinin ölçüsüzce yiyen ve ölçüsüzce hazmeden bir canavara dönüşmesini korku içinde seyrediyorlardı ve bu canavarın çatlamasını ya da başka bir biçimde kendi kendine yok olmasını bekliyor gibiydiler; ya da bir mucizenin gerçekleşmesini. Bu ölçüsüzlükte, açıkça dinozorlarla akraba olduklarını hissediyorlar ve bu yüzden dinozorların yazgısını, kendilerini bekleyen tehlike için bir mesel olarak görüyorlardı. En çok da, dinozorların ölümünden bir meteorun sorumlu olduğuna inanmayı seviyorlardı. Belâ gökyüzünden gelmiş olmalıydı; bu arada nasıl bir felaket yaşanmış olursa olsun, kaplumbağaların bu felâketten sağ kurtulduklarını dikkate almıyorlardı.”
“Yüz yaşında mı yoksa ancak seksen yaşında mı olduğumun, “Seviyorum” dediğimiz bu duruma düşmemizle aslında neyin olup bittiğini kırk, otuz ya da altmış yıldır mı düşündüğümün hiç önemi yok. Bir elli yıl daha kafamı bununla meşgul etsem, bulup da anlayacak değilim. Aşkın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktığını bile bilmiyorum. Kimi zaman bize aylarca, hatta yıllarca pusu kurmuş bir başka varlık gibi içimize girdiğine, bizim günün birinde anılara ya da düşlere kapılmışken, özlemle gözeneklerimizi açtığımıza, sonra bu gözeneklerden içeriye girmesinin saniyeler aldığına ve derimizin altındaki her şeyle karıştığına inanıyorum.

Ya da içimizde yuvalanmış, sessizce bekleyen bir virüs gibi gidiyor içimize, ta ki günün birinde bizi hastalığa yatkın ve yeterince korumasız bulunca, iflah olmaz bir hastalık gibi çıkıveriyor ortalığa. Doğuşumuzdan itibaren, bir tutsak gibi içimizde yaşadığını da tasavvur edebilirim. Kimi zaman bizim oluşturduğumuz hapishaneden dışarı çıkıp kurtulmayı başarıyor. Onu dışarıya çıkmış bir müebbet hapis mahkûmu olarak düşündüğümde, ender özgürlük anlarından neden böyle azdığını, sanki onu bıraktığımızda neler yapabileceğini ve onun hüküm sürmesine izin vermediğimiz için hangi cezayı hak ettiğimizi göstermek istermişçesine bize neden böyle acımasızca eziyet ettiğini, bizi her türlü adanmışlığın ve hemen ardından her türlü mutsuzluğun içine soktuğunu daha iyi anlıyorum”

* Başlık benim uydurmam. -N.Ö.

21 Ekim, 2010

PUŞTLUĞUN KİTABINI YAZAN PİZZARO ÖLMEDİ


16 Kasım 1532’de Peru’nun bir dağ kasabası olan Cajamarca’da İnka imparatoru Atahualpa ile İspanyol "fatih" Francisco Pizzaro karşılaştılar.
Atahualpa, Yeni Dünya’nın en büyük, en ileri devletinin hükümdarıydı, kendi imparatorluğunun tam ortasında durmuş Pizzaro’yu bekliyordu. Ordusunda 80.000 asker vardı Öteki yerlilerle yapmış olduğu bir savaşı daha yeni kazanmıştı.
Pizzaro ise Avrupa’daki en güçlü devletin hükümdarı, Kutsal Roma İmparatoru V. Karl’ı (ya da İspanya Kralı I. Carlos) temsil ediyordu. İspanyol kuvvetlerinin tümüyle bağlantısı kopmuştu ve aralarında iki kardeşinin de bulunduğu 168 adamı vardı yalnızca.
Güçleri arasındaki bütün bu eşitsizliğe karşın, Pizzaro karşılaşmalarını izleyen ve kısa süren bir çatışmanın ardından Atahualpa’yı esir aldı ve 7000 civarında adamını öldürdü. İnkalar Atahualpa’ya Güneş Tanrısı olarak tapıyorlar, esirken verdiği emirleri bile yerine getiriyorlardı. Pizzaro, Atahualpa’yı sekiz ay boyunca elinde tuttu ve onu serbest bırakmak karşılığında tarihin en büyük fidyesini (5 metre eninde, 7 metre boyunda, 2.5 metre yüksekliğinde bir odayı dolduracak kadar altını) aldıktan sonra, sözünü tutmayarak Atahualpa’yı öldürdü. (Tüfek, Çelik ve Mikrop, Jared Diamond; Tübitak Popüler Bilim Kitapları).
Peki bütün bunlar nasıl oldu da olabildi?!! 168 kişilik bir grup nasıl oldu da 80.000 kişilik bir orduyu yendi; o orduya kumanda eden imparatoru esir alabildi?
İspanyol görgü tanıklarının yazdıklarına göre; Pizzaro Cajamarca’lı yerlilerden bilgi almak için onlara işkence yapmış ve Atahualpa’nın kendisini Cajamarca’da beklediğini ve kuvvetlerinin sayısını öğrenmişti. Cajamarca’ya geldiğinde de, Atahualpa’nın habercisine “Hükümdarınıza söyle, buraya ne zaman isterse, nasıl, ne şekilde isterse gelsin, onu bir dost ve kardeş olarak karşılayacağım. Çabuk gelmesi için dua ediyorum çünkü onu görmek istiyorum. Hiçbir zarar ya da hakarete uğramayacak”  demişti. Atahualpa Pizzaro’dan dostluk, kardeşlik ve hasretle beklendiği haberlerini almıştı habercisi aracılığıyla.
Yerliler sayıca ispanyollardan çok üstündü; ancak İspanyolların da yerlilerden farklı olarak atları, çelik kılıçları, kesici silahları ve tüfekleri vardı. Yerliler, atları ve bütün bu silahları tanımadıkları gibi; bunlara karşı taş, bronz ya da tahtadan silahlarla ve yorganımsı zırhlarla mücadele ediyorlardı. Silah ve donanım bakımından bir eşitsizlik vardı.
Fakat bana öyle geliyor ki asıl eşitsizlik sayıda ya da silahta değildi. Çünkü sayı yeterli olsa idi 168 adamı 80.000 adam, topu tüfeği de olsa, tükürüğüyle bile boğabilirdi. Ama, anlaşılan, asıl ahlâken bir eşitsizlik vardı Atahualpa ile Pizzaro arasında. Ya da yerliler ile İspanyollar arasında, ne derseniz deyin artık. “Âlemi nasıl bilirsiniz/Kendim gibi” lafı ne güzel anlatır bunu. Atahualpa, Pizzaro’nun sözüne güvenmiş, “bir dost ve kardeş olarak karşılanacağı”na inanarak gelmiştir alana. Çünkü Atahualpa verilen/söylenen bir sözün tutulduğu bir kültürden gelmektedir. Onun kültüründe “seni bir dost ve kardeş olarak hasretle bekliyorum”demek ve sonra sırtından hançerlemek yoktur anlaşılan. Olsaydı, en ufacık bir kuşkusu olsaydı, henüz iki savaş atlatmış bir imparator olarak, birtakım önlemler alırdı. Başka türlü olamazdı. Öte yandan, Pizzaro başka türlü bir kültürden gelmektedir. Bir yandan dostluk kardeşlik ve hasretle beklediği haberleri gönderirken; öte yanda sinsi planlar yapmakta, silahlı adamlarını Atahualpa’nın geleceği alanın dört bir yanına saklamakta sakınca görmeyen; bütün bunları planlayabilen/düşünebilen bir kültürden. Nitekim Atahualpa geldiğinde aniden saldırı emri vererek, bunu hiç beklemeyen, dostane bir görüşmeye gelmiş olan İnkaların canına okumuş ve Atahualpa’yı esir almıştır. “Güneş Tanrısı”nın esir alındığını gören İnkalar paniğe kapılarak darmadağın olmuş ve Pizzaro’nun 168 atlısı onların 7000 kadarını tavuk boğazlar gibi boğazlamışlardır.
İnsan tanımadığı şeyler karşısında çaresiz bir varlıktır. Atı tanımıyorsanız, atla yapılabileceklere karşı savunmasız kalırsınız; silahı tanımıyorsanız silahla. Alçaklığı tanımıyorsanız sizi alçaklıktan ne koruyabilir? Atahualpa ve adamlarını Pizzaro’dan ne koruyabilirdi?
Kötü değilseniz, kötülüğü tanımanız zordur. Yaşla başla filan da ilgili değildir uzun boylu. Deneyimle biraz biraz tanırsınız, çok değil. Alçak değilseniz alçaklığı tanıyamazsınız. Yalan söylemiyorsanız yalanı yemeniz işten bile değildir. Dikkat edin, sosyopatları, yalancıları, üçkağıtçıları en önce kendi türünden olanlar tespit eder dank diye. Hacı hacıyı mekkede... diye giden bir deyiş vardır. Yahut her kuş kendi cinsiyle uçar diye daha ince bir ifade kullanmak da mümkündür.
Tersinden de okunabilir elbet. Hayatınızı bir kıç yalayıcı olarak geçirdi iseniz, insanların onurunu savunmasını, onuru için kimi şeyleri elinin tersiyle itmesini anlayabilir misiniz? Ya pire için yorgan yakmasını! Bir idare-i maslahatçı, ilkeli bir duruşu; duruma manzara koymayı kavrayabilir mi? Kariyerinizi üstlerinizin çantasını taşıyarak yaptıysanız, onları hiç çekincesiz eleştirebilen biri size inanılmaz gelmez mi?
Sözün kısası; tanımadığınız şeyi anlamanız zordur. Zordur yani!

19 Ekim, 2010

NE YAPMALI? - Arundhati Roy

“Solun dili daha kolaylıkla ulaşılabilir olmalı, daha fazla sayıda insana ulaşmalı. Şunu kabul etmeliyiz ki, eğer insanlara ulaşamıyorsak, bu bizim hatamızdan kaynaklanmaktadır. Fox News’un her başarısı, bizim adımıza başarısızlıktır. Bununla ilgili olarak sızlanmak yetmez. Bu sorunu aşmak için mutlaka bir şeyler yapmalıyız. Sıradan insanlara ulaşın. Egemen propagandanın boyunduruğunu kırın. Düşünsel temelde saf olmak ve kendi haklılığını bilmek, yeterli değil.”

“Ancak gerçekte en sonunda bu hikayeyi bilmeyen birine onu nasıl anlattığınızla ilgilidir. Ve bu bir yazar olarak benim büyük zevk alarak yaptığım bir şey. Öyküyü sıradan insanların anlayabilecekleri biçimde anlatmak, geleceğimizi, konuları bizlerden zorla kaçırıp ya da ele geçirip, bunları kendi inlerine götürmek ve burada bu konuları yetkisi olmayanların bakışlarından ya da oradan gelip geçenlerin merakından ya da kavrayışından korumak isteyen uzmanlardan, akademisyenlerden, iktisatçılardan ve başka insanlardan geri almaktır. Onlar kendi profesyonel konumlarını şöyle oluşturuyorlar: “Ben senin anlayamayacağın bir şeyin uzmanıyım. Benim uzmanlığım senin için çok önemli, bu nedenle bırak da kararları ben vereyim.”

18 Ekim, 2010

BANA KENDİNİ DÖVDÜRTME USTAM! - Ahmet İnam

Can ustam, büyüğüm,
Gecikmemi hoşgör. Habersiz gidişimi de. Canıma tak etmişti. Yıllarca yanında çalıştım. Bana işimi öğrettin. Nasıl yazı yazılacağını. Eski ustaları. Yazmanın anlamını.Kendini anlatabilmenin gücünü. Dilimi senden öğrendim.
Yazılarını nasıl büyük heyecan fırtınalarıyla okurdum! Sen yazma serüveninde ulaşmaya çalışacağım sonsuzluktun. Saygı duydum sana. Tapındım. Bana bilgiler verdin. Sağol. Eleştirdin. Düzelttin. Öğrettin. Şu kitabı da oku! Okudum. Şunu yaz! Yazdım.! Şu dili öğren. Öğrendim. Beni hep zora koştun: “İyi bir usta, çırağını zorlayandır” derdin! Sıkandır. Beni sıktın!
İyi de, benim yüzüme hiç dikkatle bakmadın Usta! Ben kimim, ne duyarım ne düşünürüm? Hiç merak etmedin. Bendi kendin sandın Usta! Dünyayı senin gözünle bakayım istedin! Buna ne hakkın vardı usta? Bana verdiğin bunca malumatın, tekniğin karşılığı kölen olmamı istiyorsun. “Çırağım ikinci kendimdir” diyorsun.
Neden senin istediğin gibi yazayım ki? Hayran olduğum, öykündüğüm sen, uzağımdaki sendi. Oysa sen, benim dünyamı kuşatmak, varlığımı eritmek peşindesin. Senin “ikinci” bedenin olarak ölümünden sonra, bu dünyada yaşamamı istiyorsun.
Usta! Tiksiniyorum senden. Küçülüyorsun gözümde. Sen benden korkuyorsun. Benim farklılığımdan. Bilginle, deneyiminle bu farklılığımı yok etmek istiyorsun. Egemenlik kurmaya uğraşıyorsun dünyamda. Yüreğimi, beynimi ellerinde tutmak istiyorsun. Kendimi sana yedirmim Usta! İhtiyar, bencil kurt avın olmam senin. Bana göstermediğin saygıyı, benden bekleme. Ben kimim Usta? Kendini anlatmaktan, kanıtlamaya çalışmaktan, beni anlamaya vaktin olmadı. Beni hiç merak etmedin Usta! Çırağını merak etmeyen, onun kaygılarını, kendi iç dünyasını anlamayan, çırağından öğrenmeyen usta olur mu? Bana ikide bir Sokrates’i örnek veriyorsun! Sen Sokrates değilsin, ben de Platon değilim.
Verdiğin ödevleri artık yapmıyormuşum. Yakınmışsın dostlarına. Neden yapayım ki! Sen yazmayı iyiden iyiye cambazlığa çevirdin. Bana “teknikler”den söz etme. İğreniyorum senin virtüözlüğünden. Anamın dilini tekniğin diline çevirdin. “Böyle denmez, şöyle denir!” diyorsun. Nereden biliyorsun ki! Sen öyle yaz. Senin ustalığın seni kurutmuş usta! Gitmişsin sen. Yazmayı “otomatiğe” bağlamışsın. Bir bakışta anlarmışsın, acemiyi, yeteneksizi, beceriksizi.
Ben acemi kalmak istiyorum usta. Gölge etme! Ustalığın verdiği ivmeyle yazmak istemiyorum. Yapaylık var yazdıklarında. Sen yoksun Usta. Sen bilgin ve tekniğinle, kendini öldürmüşsün. İntihar etmişsin de haberin yok. Hiçsin sen Usta! Tekniğinle yazdığın nedir? Nedir içeriğin? İçini boşaltmışsın! Bomboşsun Usta. Böyle kendi kendini yok eden ustalık mı olur?
Bendeki ateş sende yok. Ben içimdeki ateşi yazacağım Usta. Patlamalarımı! Ama acemice, ama dümdüz. Sihirbazlığı sevmiyorum ki! Penin papyonunu, keçi sakalını, gözlüklerini. Dudaklarındaki alaycı gülümsemeyi. Ağlaman gerekirken, gülüp duruyorsun. Kimi küçümsüyorsun ki! Benim denizlerimi, adalarımı, derinliklerimi mi? Kendine gel Usta! Bana kendini dövdürtme!
Şimdi mektubumu kırmız kaleminle düzelteceksin! Cümlelerimle oynayacaksın! Oynatmam. Nasılsam, öyle yazıyorum. Ben yazımım. Kimsem öyle yazıyorum. Senin kurallarına göre değil. Yazar yokmuş, yazı varmış! Yani sen varsın! Sen kendini “yazı” mı sanıyorsun? Kimin yazısısın sen Usta! Yazarken kendimi unutacakmışım! Peki kimi hatırlayacağım? Benim gibi bir çırağı kolay kolay bulamazsın Usta. Kaçıyorum. Seni yalnızlığınla, kurumuş içinle bırakıyorum. Düşün biraz. İsyanımı anla! Farkında olmadan intihar etmiştin. Yüreğin varsa farkında olarak intihar edersin. Tam zamanıdır Usta!
Bana kendimi kazandırdın istemeyerek. Ölürsen, hakkında övgüler yazacağım Usta!

16 Ekim, 2010

BÜTÜN BUNLARI BİLMEK İSTEDİĞİMİ NEREDEN ÇIKARIYORSUN?

Bir İngiliz filmi seyretmiştim: Filmde iki erkek - BBC'de yapımcı/yönetmen filan bunlar - konuşuyorlar. Biri diğerine karısıyla olan sorunlarını, çocuk yapmak istediklerini, başvurdukları yolları, yaşadıkları çatışmaları ayrıntılarıyla anlatıp duruyor. Öteki, bir süre sonra, "Bütün bunları bilmek istediğimi nereden çıkartıyorsun?" diye soruyor. Arkadaşı şaşırıyor "Bilmem, ne var ki, anlatıyorum işte"diyor. "Ama" diyor öteki, "ben bilmek istemiyorum!"

Geçenlerde uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşıma gittim. Daha da uzun zamandır görüşmediğim üç başka arkadaşımız da oradaydılar. Biz laflarken, aldı sazı arkadaşın ablası, o gün ziyaretlerine gelen bir kadının yaşadığı trajedileri anlattı uzun uzun. Çok üzücüydü, ruh büzüştürücüydü anlatılanlar. Bilmemizin ne bize, ne o kadına, ne anlatana bir faydası yoktu ama bize zararı vardı. Kararıp kalmıştık bir anda. Sonra kızkardeşi başladı; hiç tanımadığımız bir arkadaşının evliliğini, eşiyle olan sorunlarını, görümcesini (valla şaka etmiyorum), görümcesinin hastalığını ve daha bir sürü şeyi anlatmaya başladı. Biz birbirimizi gördük diye sevinmişken, herkese bir karamsarlıktır çöktü. Şöyle bir silkindim, sahi "bütün bunları bilmek istediğimizi" nereden çıkarıyorlardı? Bu kadar açıklıkla değilse de, söyledim. "Aman boşverin, kırk yılın başı bir araya gelmişiz, şimdi bunları konuşup içimiz karartmayalım; yok mu neşeli şeyler anlatacak biri" diyerek, toparladım durumu. 

Facebook'ta bir kadın arkadaş ekledi beni. Kabul ettim. Makul biri gibi görünüyordu. Arada birbirimizin yazdıklarına yorum yazıyor, arada hatır soruyorduk. Başka da bir şey de bilmiyordum hakkında. Gerek de yoktu. Günün birinde mesajlar almaya başladım bu arkadaştan. Başka birileriyle facebook'ta yaşadığı anlaşmazlığı, arkadaşlıklarının tarihini, bilmem neyin bilmem neyini anlatıyordu. Nazikçe ilgisiz davranmamın hiç bir faydası olmadı. Sonunda daha az nazik bir üslupla, sorunlarını çözmesini umduğumu, bu gibi şeylere kafayı takmamak gerektiğini, meselenin beni ilgilendirmediğini söyledim ama şunu söyleyemedim: "Bütün bunları bilmek istediğimi nereden çıkartıyorsunuz?"

Şimdi bu söylediklerimden benim bencil, taş kalpli, kimsenin derdiyle ilgilenmek istemeyen biri olduğum sonucu çıkaracaksınız. Yapmayın. Hakikaten değilim. Tamam, biliyorum "dertler paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır." Âmenna! Arkadaşlarımın, dostlarımın, yakınlarımın dertlerini dinlemeye de itirazım olmamıştır asla, sevinçlerini paylaşmaya da. Ben de dert yanarım onlara. Bunu yük gibi görmem, onların da görmediklerini umarım. Lâzımdır. Ama bazı insanlar karşılaştığınız andan itibaren, bildikleri, sizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen; üstelik hiç bir şekilde etki edemeyeceğiniz ama canınızı sıkacak, moralinizi bozacak ne kadar hikâye varsa, anlatmaya başlıyorlar. Anlattıkça hem kendileri kararıyor hem de sizi de karartıyorlar. Zamanımız lüzumsuz hikâyeleri tekrarlayarak harcanacak kadar çok mu sahi? Ne diyor şair: 

Ama dışarda geçilecek 
Bir köprü elinden tutulacak
Bir çocuk tutup sallanacak
Bir erik dalı - Bir erik dalı
Ama dışarda- Ben anlatamam
....
Ama dışarda yağmur var
Bir yaz sonu sıcağına karşı
Ama dışarda toprak serin
-Taze bulgur pilavı kokulu-

Ama dışarda - Ben anlatamam -
Tutabilseniz bir dönemezsiniz

Dışarda bütün bunlar varken, niye aynı üzücü, iç karartıcı, kimseye bir yararı olmayan hikâyeleri tekrarlamalı? Güzel bir film görmek; iyi bir kitap okumak; yakışıklı bir adama/güzel bir kadına, hatta sadece bir adama/kadına bakmak; gündoğumunu, günbatımını, bulutları, kuşları, börtü ve böcekleri seyretmek... varken, niye? Galiba biraz da alışkanlıktan. Başka türlüsünü denemiyoruz çünkü; yakınmayı, üzünçlü şeylerden söz etmeyi bir huy gibi sürdürüyoruz.

Halbuki, bunu çok yineliyorum, bu gezegende yaşayan çok şanslı bir azınlığın arasında yer alıyoruz bizler: Çoğumuzun birer işi, az-çok düzenli bir geliri var. Başımızı sokacak bir yerimiz var. Yarın ne yiyeceğimizi biliyoruz. İçecek temiz suyumuz, banyo yapma imkânımız var. Ne o? Şaşırdınız mı? Dünyada yaşayan nüfusun egemen çoğunluğu bunlardan yoksun yaşıyor. Neresinden baksak, en az yakınması gerekenler arasındayız.

Yani durumumuz/durumunuz hiç kötü değil. Üstelik, hakikaten, "Bütün bunları bilmek istediğimi de nereden çıkarıyorsunuz?"

15 Ekim, 2010

YOKSULLAR NİYE ÇOK ÇOCUK YAPAR?

Biyolojide bir kural vardır: Yaşama koşulları kötüleştikçe, organizmalar daha çok üreme eğilimi gösterirler. Örneğin çiçekli bitkilere ne kadar az su verirseniz, o kadar çok çiçek açar. Ne kadar bol su verirseniz o kadar çok büyür, dallanır, budaklanır. Bunun nedeni şudur: Az su verdiğiniz bitki, susuzluktan ölmeden önce çiçek açmak suretiyle soyunun devamını garantiye alır. Elbette, dalını tepesine dayayıp düşünerek yapmaz bunu! DNA'sında, herhalde, kodlanmış bir şeydir bu.

Jeolojik devirler boyunca, yeryüzünde pek çok "felaket" olmuştur; milyonlarca yıl süren volkan patlamaları, devasa meteor çarpmaları, on milyonlarca yıl süren kuraklık yahut buzul dönemleri vb.  Bu gibi olaylar sonucunda, bazen dünyada var olan canlıların neredeyse tümü yok olmuş; yeryüzünde yaşayan bütün organizmalar yok olmanın eşiğine gelmiştir; bazen de bazı canlı grupları ortadan kalkmıştır. Ancak bu tür "kriz" dönemleri aşıldıktan ve ortam canlılar için az çok uygun hale geldikten sonra, daima ortak bir şablon görülür: Çok çeşitli ve yeni canlı grupları ortaya çıkar. Sanki "can havliyle" hayata tutunmaya çalışır gibidir "canlılık" Koşullar iyileştiğinde ise, cins çeşitliliği azalır ve ortama en iyi uyum sağlayan türler serpilip gelişirler. Jeoloji tarihi bunun kayıtlarıyla doludur. İnanmazsanız, tortul kayaları kazıp (!) burdan geriye doğru bakın! :))

Üniversitenin ikinci sınıfında, paleontoloji dersinde bu ilkeyi öğreneli beri, "yoksullar neden çok çocuk yapıyor" diye çemkirenlere acaip kızar oldum. Çok çocuk yapıyorlar çünkü, içgüdüsel olarak, soylarını sürdürmek istiyorlar bütün canlılar gibi ve o koşullarda çocuklarının ancak bir kısmının hayatta kalabileceğini biliyorlar. Açlık yüzünden, hastalıklar yüzünden, kazalar yüzünden, yüzünden oğlu yüzünden o çocukların bir kısmı, daha kendileri üreyemeden öleceklerdir çünkü. Soyu sürdürmeyi garanti altına almanın tek yolu çok üremektir. Bir-ikisi olsun hayatta kalsın diye çok ürer zor koşullarda yaşayan organizmalar, insan dahil. Bu içgüdeseldir.

Tabii tuzunuz kuruysa, çocuğunuzu el bebek-gül bebek büyütecek, her türlü tıbbi bakımı temin edecek koşullara sahip iseniz, az üreme lüksünüz vardır; bunu tıpkı yoksullar gibi içgüdüsel olarak siz de "bilirsiniz". Ama sorun şudur: Bunu bildiğinizi bilmez; kendinizi doğanın ve hayvanların üstünde ve ötesinde, bir eşref varlık olarak algıladığınız için; bilincinizi her şey sandığınız, içgüdülerinize, doğal eğilimlerinize, DNA'nızda yazanlara egemen olduğunuz gibi bir yanılgı içinde olduğunuz için, yoksullara kızarsınız: Niye bu kadar çok çocuk yapıyorlar diye.

Kızmayınız! Hepimiz üreme içgüdüsünün elinde oyuncağız! Bunu bilsek de öyle, bilmesek de! Ama bilmenin faydaları saymakla tükenmez tabii... ürememe "özgürlüğünü" kendinize tanımanız dahil!..

13 Ekim, 2010

KOLTUĞUN KENARINA DAYANARAK DÜŞÜNMEK

Cem Yılmaz daha yeni yeni ünleniyordu. Televizyonda bir söyleşi yapmışlardı kendisiyle. İnsanların, söylediği kimi şeyler için, kendisine "Bunu neye dayanarak söylüyorsun?" dediklerini anlattı.  "Koltuğun kenarına dayanarak söylüyorum" diye devam etti.Geyik olsun diye söylediklerine kanıt sorulmasıyla dalga geçiyordu; bayılmıştım.

Güzel yurdumun insanı , okumuşlarının çoğu dahil, "koltuğun kenarına dayanarak" konuşuyor! Ben, naçizane, buna "elini çenesine dayayıp, uzun uzun ve derin derin düşünmek" diyorum. Böyle "koltuğun kenarına dayanıp, elini çenesine dayayarak uzun uzun ve derin derin düşünmek" suretiyle her şeyi anlayabileceğini, kavrayabileceğini, her konuda fikir beyan edebileceğini sanan bir büyük çoğunluk var. 

Ben paleontologum, bilenler bilir. İnsanlarla karşılaşıyorum. Yahut mesleğimi bilenler özellikle birileriyle tanıştırıyorlar beni. Evrim mevzuu konuşuluyor. Ve neredeyse şaşmaz bir biçimde biri başlıyor: "Evrim teorisi (ki teori olmaktan çıkalı çok oluyor, malum!) bir safsata. Geçiş formları yok. Nerede geçiş formları?" Ben de diyorum ki "Ama nasıl olur, ben geçiş formlarını bizzat kendim, mikroskopta gördüm." Çünkü benim uzman olduğum foraminifer grubu mikroskobik hayvanlardır ve hakikaten araziden toplamış, laboratuarda ayıklamış, mikroskopta incelemiş olduğum fosiller arasında geçiş formlarını gözlerimle görmüşümdür; pek çok başka fosil grubunu çalışan başka meslektaşlarım gibi. Üstelik doğa tarihi müzeleri de onların fosilleriyle doludur. Ama asıl mesele onların ne dediklerini bilmiyor olmalarıdır tabii. Bu konuda doğru düzgün hiç bir şey okumamışlardır. Kulaktan dolma bilgileriyle, hüsnükuruntularını harmanlayıp önüme sürmektedirler. Bir doktor, bir hukukçu, bir gazeteci, bir manav, bir çöpçü, bir mühendis ve bir ev kadını da size kolaylıkla kendi uzmanlık alanıyla ilgili benzer hikayeler anlatabilir. Hiç şüphe etmiyorum.
Bir konuda, herhangi bir konuda, "fikir sahibi olabilmek için, önce bilgi sahibi olmak" gerekiyor. Evrim konusu sadece bir örnek; benim yakından bildiğim, sıkça yaşadığım bir örnek. Ama bu "koltuğun kenarına dayanarak konuşma" ve "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma" tutumu moral bozacak ölçüde yaygın.

İyi de, diyeceksiniz, eğitim sisteminin bu halde olduğu; bir kitabın ortalama 2000 tane basıldığı ve onların da satılamadığı; okumuşu dahil, herkes cahil kalsın diye bunca "önlemin" alındığı bir ülkede ne bekliyorsun başka? Ne bileyim. Belki şunu: Hani Ahmet İnam hoca diyor ya; " Dünya zalimlerin dünyası ise, biz mazlumların yoksulluğumuzu gidermekteki tembelliğimizdendir" diye. Bizim hiç mi suçumuz yok diye düşünüyorum elimde olmadan. Koşullar böyleyse, bizim onları kayıtsız şartsız kabul etmemiz ve koltuğa yayılıp kenarına dayanarak mı konuşmamız gerekir habire? Ne dersiniz?

11 Ekim, 2010

DÖRTNALA DUYMAK VE DÜŞÜNMEK LAZIM - Ahmet İnam

“Yaşayışımın yoksuluyum” ne demek? Çorak yaşıyorum demek. Kuru. Tatsız. Renksiz. Heyecanları sönük. Yaşayışıma sahip çıkamıyorum, demek. Kendimin yoksuluyum. Bütün bunlar bende yok, varsa da eksik, yetersiz. Yaşayışım yetmiyor bana. Sınırlarımın, duvarlarımın ötesinde “hayatlar” var. Duyuyorum. Ulaşamıyorum. Eriştiğimde coşacağım bilgiler, bakış biçimleri; algılama, düşünme, duyumsama yolları var, erişemiyorum. Yaşayışımın yoksulluğu için için acıyla yaşanıyor. Hiçbir dernek, sendika ya da örgüt bu temel yoksulluğuma eğilmiyor. “Asgari” ücretimle uğraşılıyor, “asgari” yaşayışımla ilgilenilmiyor. Aklımız, paraya, siyasete, futbola, günlük yaşayışın çıkarlarımızla ilgili birçok yanına eriyor. Aklımız “Yaşayışımıza” pek ermiyor. Nasıl yaşayacağım? Nasıl güzel yaşayacağım? Asıl soru, bu ikincisi. Nasıl ezmeden, ezilmeden, hak yemeden, karşımdaki insanın yüzünü yok saymadan yaşayacağım. Güzel: Hem etik, hem estetik anlamda. Estetik yaşayış pek kavranamıyor. Şarkı söylemek, resim yapmak, şiir yazmak... İşte güzel yaşayış! “Güzel” hayata belli bir “duruş”tan kaynaklanıyor. Böylesi bir tavır, bir tutum gerçekleştirilemedikçe, güzeli “memur sanatçı”, “memur okuyucu”,  “memur duygulanıcı” yaklaşımıyla aramanın anlamı yok. “Güzel” lezzetli bir yiyeceğin vereceği bir “haz” değil, “Güzel”, gerçekleştirilecek bir çaba! Bir iş. Bir ürün. Emek isteyen bir uğraş. Güzel yoksulu olduğumuzu duymakla başlıyor. Zengin bir hayat var. Birçok hayatlar. En azından iki boyutuyla: İlki, “mikro” boyuttaki hayat: Ayrıntılar ve incelikler ağı. Farkına varamadığımız ne kadar çok incelik var! Eşyada örneğin. Bizi ilgilendiren, kullanabileceğimiz, zevkine erişip keyfini sürebileceğimiz, bizi düşüncelere salabilecek ne denli çok eşya. Ne denli ince kavramlar var. Dilimizin incelmesiyle, zenginleşmesiyle yakalanabilecek. (Yabancı dil öğrenmenin, kaba dil bilinciyle, bizi incelikte zenginleştirmesine olanak yok. Örneklerini görüyoruz. Görebiliriz!...) İnce duyma, ince düşünme, ince yaşama mikro düzeyde “zenginlik” “çoğulluk” anlamına geliyor. Makro düzeyde ise, geniş bakabilme, derinlikleri, ayrıntıları kavrama, alternatifleri görebilme gibi özellikler taşıyor. Genel kavramlarla, soyut düşünebilme gücü önemli bu düzeyde. Zengin yaşama bir kültür sorunu. Bir yaşam biçimini öğrenebilme uğraşı. Henüz insanların buna zamanı yok. Alt yapı sorunlarını çözmüş kimi ülkeler, zengin yaşamayı arıyorlar, gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Sanatın bu çabada kaçınılmaz bir yeri var. Belli bir biçimde gerçekleştirilen felsefenin. Belki, inanç sistemlerinin de katkısı oluyordur. Doğayla, bunca bilgi birikimiyle karşı karşıya kalan, toplumsal yaşayışını, birey-toplum, toplum-toplumlar düzeylerinde anlamlı biçimde gerçekleştirmeyi arzulayan insan, yaşam yoksulluğunu henüz ekonomik, ekolojik, politik yönleriyle kavrayabiliyor. Düşlerindeki dünyayı gerçekleştirme çabasından “duygu ve düşünce” yoksulluğunun ayırdına varamadığı için, daha çok horlanacaktır. Anlaşmalar yaparak, kanunlar çıkararak, mal alıp mal satarak, üniversite açarak, yemek yiyerek, sevişerek, kitaplar makaleler yazarak durumu çözümleyebileceğini düşünüyor. Yoksuluz, Cemal Süreya usta, hayatımız çok kısa, dörtnala duymak ve düşünmek lazım... Dünya zalimlerin dünyası ise, biz mazlumların yoksulluğumuzu gidermekteki tembelliğimizdendir. (Hayatımızdaki Küçük Şeylere Dair’den)

HEPİMİZ HAİNİZ - Ahmet Altan'dan

“Hepimiz hainiz bence, hepimiz çok değerli bir varlığa, kendimize ihanet ediyoruz, çok daha iyi yaşanabilecek bir hayatı, korkaklıklarımız, yılgınlıklarımız, şaşkınlıklarımız yüzünden anlamsız bir sefillik haline çeviriyoruz. Bir düşünün, bu hayattan neler isterdiniz. En hayali kıt olanların aklında bile filmlerden kalma biraç sahne vardır, diri bir öpüşme, güneşli bir günde tiril tiril keten elbiseler içinde fiyakalı bir yürüme, fısıltılı bir ilanı aşk, aldırmaz bir şakalaşma. Bir de elinizdekilere bakın. Istediklerinizle, elde ettikleriniz arasındaki fark, sizin güçsüzlüğünüzün bedelidir. O fark büyüdükçe, ihanetiniz de büyüyecek. Suçların en büyüğünü işliyor, kendinize ihanet ediyorsunuz... Kendinizle istekleriniz arasına günahları, korkuları, endişeleri yerleştiriyorsunuz. Ve istekleriniz gerçekleşmediği için hep başkalarını suçluyorsunuz, hep ‘başkaları’ var eksikliklerinizde, hep “başkalarının” yaptığı ‘hatalar, kötülükler, rezillikler’ var. Başkalarının benim hayatımı mahvetmesine niye izin veriyorum diye sormuyorsunuz, çünkü siz hiç bir şeysiniz kendi gözünüzde, güçsüz ve değersizsiniz, kendinizin bir şeyler yapabileceğine inanmıyor, iyilikleri ve kötülükleri hep başkalarından bekliyorsunuz
Bu hayat neler vaat ediyor size, ne serüvenler, ne zevkler, ne eğlenceler vaat ediyor; bu sahiller, bu dağlar, bu denizler, bu ağaçlar hep sizin; aşklar, sevişmeler, kaçamaklar sizin, bu yemekler, bu içkiler, bu güzel giysiler sizin..... Bir köle olmadığınızı, özgür bir insan olduğunuzu; insanca yaşama hakkına sahip bulunduğunuzu...... anladığınız anda, ‘ne yapacağız’ diye sormayacaksınız, öyle bir öfkeleneceksiniz ki, o öfke bir fırtınaya dönüşüp, hayatınızdaki bütün pislikleri ve çaresizlikleri temizleyip geçecek..... Bir fırtına olacaksınız. Ve, hiçbir fırtınanın ‘ne yapacağım’ diye sormadığını, hayatınızda hiç hissetmediğiniz bir zevkle hissederek anlayacaksınız.”

NİYE ŞİİR YAZMALI ? (Amin Malouf - SEMERKANT'dan)

“Ebu Tahir, konuşmalarını sofrada sürdürmeyi önerdi:
- Seninle ilgili bir tasarım var. Bir kitapla ilgili. Bir an için Rubaiyat’ı unutalım. O benim için bir dahinin kaprisleri. Sen asıl tıpta, astrolojide, matematikte, fizikte ve metafizikte başarılısın. İbni Sina’nın ölümünden beri, bu konuları senden iyi bilen yok derken yanılıyor muyum?
Hayyam cevap vermedi. Ebu Tahir devam etti:
- İşte bu dallarda senden bir kitap bekliyorum. Sonuncusu olacak bir kitap ve onu bana ithaf etmeni istiyorum.
- Sanmam ki bu alanlarda sonuncu kitap olsun ve bu nedenle bugüne dek hiçbir şey yazmadan sadece okudum, öğrendim.
- Açıkla
- Eskileri ele alalım. Yunanlıları, Hintlileri, benden önceki müslümanları. Tüm bu konularda pek çok kitap yazdılar. Yazdıklarını yineleyecek olursam, benim işim nafile iş olur. Onlara karşı çıksam, ki bunu hep istedim, benden sonrakiler de bana karşı çıkacaklar. Bilginlerin yazdıklarından geriye, yarın ne kalacak? Kendilerinden önce gelenlerin karalamaları. Başkalarının kuramlarını nasıl yıktıkları belki anımsanacaktır ama kendi kurdukları kuramlar da başkaları tarafından yıkılacaktır, hatta ardından gelenlerce alaya alınacaktır. Bilinen yasadır bu; şiirde böyle bir yasa yoktur, sonraki ondan öncekini asla yadsımaz, ardından gelen de onu yadsımaz! Yüzyılları, büyük bir rahatlıkla aşar. İşte bunun için Rubaiyat’ı yazıyorum. Bilimde beni hayran bırakan nedir bilir misin? Onda, şiirin yüceliğini bulurum, matematikte sayıların baş döndürücü tadını, astronomide evrenin gizemli mırıltısını. Ama bana gerçek olandan lütfen sözetmeyin.”

Not: Başlık benim uydurmam. N.Ö.

SAKLAN NİKKO! (Travenian- Şibumi)

“Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti gösrmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığnın ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları , sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine ininmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür... fakat ölümsüz tekdüzeliğine deveam eder... hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır. Gözlerin bir an için sanata çevir. Bak, Kabuki can çekişirken, No beri yanda sürünürken, şiddet romanları kalabalıkları nasıl peşinden sürüklüyor. Dikkat edersen hiçbir yazar romanına kahraman olarak gerçekten üstün bir insan tipi seçmeye cesaret edemiyor. Çünkü seçerse, kalabalığın içindeki orta düzeydeki insan öfkelenecek, utanacak ve kendisini savunması için eleştirmenleri ortaya sürecektir. Kalabalığı çıkardığı gürültü mantıksızdır ama, kulakları sağır edecek kadar güçlüdür. Beyinleri yoksa da, binlerdce kolları vardır. Bunları seni yakalamak, çekmek, aşağıya indirmek ve batırmak için kullanırlar”
“Peki bana ne yapmamı öğütlersin?”
“Onlarla temastan kaçın. Kendini bir terbiye örtüsünün altına sakla. Onlara uzak ve aptal görün. İçlerine girme. Ayrı yaşa ve şibumi’yi incele. Hepsinden önemlisi de, seni çeşitli yemler kullanarak öfkeye ve saldırıya itmelerine izin verme. Saklan, Nikko!”

HİÇ BİR ŞEY BİR ANDA DEĞİŞMEZ... (Margaret Atwood-Damızlık Kızın Öyküsü)

"Böyle mi yaşıyorduk o zamanlar? Ancak her zamanki gibi yaşıyorduk herhalde. Herkes öyle yapıyor, çoğu zaman. Her ne oluyorsa her zamanki gibi oluyor. Bu bile her zamanki gibi, şimdi.

Her zamanki gibi aldırmadan yaşardık. Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir, üstünde çalışman gerekir.

Hiç bir şey bir anda değişmez: Derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz. Elbette gazetelerde öyküler vardı, hendeklerdeki ya da ormanlardaki cesetler, ölesiye dövülmüş ya da sakatlanmış, eskiden dedikleri gibi saldırıya uğramış; ancak bunlar başka kadınlar hakkındaydı ve bunları yapan erkekler başka erkeklerdi. Hiçbiri tanıdığımız erkekler değildi. Gazete öyküleri bizim için rüya gibiydi, başkalarının gördüğü kötü rüyalar. Ne korkunç, derdik, öyleydiler, ancak inanılır olmaksızın korkunçtular. Aşırı melodramatiktiler, bizim hayatımıza ait olmayan bir boyuta sahiptiler.

Gazetelere konu olmayan insanlardık biz. Baskı kenarlarındaki beyaz boş alanlarda yaşıyorduk. Bu bize daha çok özgürlük verirdi.

Öyküler arasındaki boşluklarda yaşardık

....

Bunları bir daha yaşamayacağımı düşünsem ölürüm. Ama bu doğru değil, hiç kimse seks yokluğundan ölmez. Aşk yokluğundan ölürüz. Burada sevebileceğim kimse yok, sevebileceğim bütün insanlar ya ölü ya da başka bir yerdeler. Nerede olduklarını kim bilebilir ya da şimdi adlarının ne olduğunu? Hiçbir yerde de olmayabilirler, tıpkı benim onlar için olmadığım gibi. Ben de kayıp bir kişiyim."