26 Aralık, 2010

DELİ KIZIN ÜTOPYASI

“Gerçekleşmesi imkânsız tasarı ya da düşünce” diyor sözlük ütopya için. Benimki alçakgönüllü (gibi görünen) bir ütopya: İnsanın kendini “bildiği” bir dünyanın düşünü kuruyorum. Tuhaf görünebilir ama hakikaten müthiş bir “kendini bilmezlikten” muzdarip insanlık. Bu kendini bilmemek “Çok kendini bilmez biri o.” cümlesindeki kendini bilmekten çok başka bir şey. İnsanın kendini bilmesinden kastım, insanın Homo sapiens türüne ait bir hayvan olarak kendini bilmesi/tanıması.

Homo sapiens dediğimiz canlı üç milyar yılı aşkın bir evrim sürecinin ortaya çıkardığı bir primat; maymungillerden bir hayvan. Ama kendisini hayvanlardan ve doğadan ayrı ve öte tutmaya öylesine muhtaç ve meraklı ki, en “gelişmiş” dinlerinin bazıları Tanrı’nın taşları ve suları, toprağı ve otları, börtüyü ve böceği, kurdu, kuşu… yarattıktan sonra; bütün bunların üstünde ve ötesinde bir varlık olarak, eşref-i mahlûkat diye, insanı yoktan var ettiği varsayımına dayanıyor. İnsan buna inanmaya muhtaç demek ki! Bu hikâyeler başka hangi ihtiyaçtan türemiş olabilir?

Çocukken, babamların Hallac-ı Mansur’dan, onun “enel hak” dediği için derisinin yüzüldüğünden; oysa Tanrı’nın insanı topraktan yaratıp ruhundan ruh, nurundan nur üflediğinden ve bunun elbette insanı Tanrı’nın bir parçası/bir parça Tanrı yaptığından söz ettiklerini duyar, sevinirdim. Hepimizin bir parça Tanrı olması güzeldi. Fakat cilveli kader büyüyünce beni paleontolog yaptı. Fosilleri öğrendim, yerin tarihini, bu tarih boyunca olup bitenleri. Ve anladım ki hepi topu Homo sapiens türü bir maymunuz. Biz kim Tanrı olmak nere!

Okudukça, öğrendikçe ve gözledikçe gördüm ki her ne kadar her birimiz kendimizi benzersiz, eşsiz saysak ve her ne kadar biraz ve bir bakıma hakikaten öyle olsa bile; benzerliklerimiz farklılıklarımızdan fazla. Zihinlerimiz benzer şekillerde işliyor. Korkularımız aynı ortak geçmişin ürünü. Bizi sevindiren küçük ve anlamsız şeyler, korkutan irili-ufaklı ve anlaşılır - anlaşılmaz şeyler, kendimizin ve birlikte yaşadıklarımızın hayatını güçleştiren ve kolaylaştıran diğer bütün özelliklerimiz; her şey, ancak evrim tarihimiz içinde anlam kazanıp yerli yerine oturuyor.

Zihinlerimiz benzer şekillerde çalışıyor. Cinsiyetlerimiz dünyaya ve hayata nasıl bakacağımızı belirliyor. Uzun zaman küçük sürüler halinde yaşamış bir kabile hayvanı olmamız yüzünden, bize yabancı olanı onca kolaylıkla ötekileştiriyoruz. Aynı mekanizmaları kullanarak bizi kandırıyor beynimiz. Her birimizin elinde birer nalıncı keseri var; az ya da çok, hep kendimize yontuyoruz. Çünkü beynimiz başka türlüsüne olanak vermeyecek bir çalışma biçimine sahip. Bir önyargıya kapılmaya görelim; onu güçlendiren kanıtları asla gözden kaçırmazken, aleyhindeki kanıtları  ısrarla görmezden geliyoruz. Falanca hormondan bolca verildiğinde bedenimize, aynı şekilde azıyor yahut saldırganlaşıyoruz. Say say bitmez…

Çok kusurlu varlıklarız yani, eşref-i mahlukat olmak bir yana! Kusurlarımızı düzeltmenin bir yolu bulunmayabilir belki ama bu kusurların kendimize ve başkalarına; hayvanlara ve bitkilere, gezegene ve âleme verdiği zararların önüne geçmek mümkün olabilir. Birinci koşulu da bu kusurların farkına varmak olsa gerek. Tıpkı bir şeker hastası gibi: Hani derler ya, “şeker hastası hastalığını bildiği ve gerekli önlemleri aldığı sürece sorunsuz ve sağlıklı yaşar” diye. Aynen öyle işte! Homo sapiens’in ne menem bir hayvan olduğunu öğrenmek çok şeyi değiştirebilir.

Benim ütopyam işte bu! İnsanın kendisini bildiği bir dünya.  Ama insan kendini olduğu gibi kabul etmeye öylesine gönülsüz bir varlık ki, böyle bir dünya düşlemek neresinden baksanız ütopya.

25 Aralık, 2010

BAŞKA SESLER BAŞKA ODALAR - Truman Capote

"Dünya korkutucu bir yerdi, evet biliyordu: bitimsiz, sonu olmayan ya da neyse o kalan ne vardı? Kayalar aşınır, ırmaklar donar, meyvalar çürür; bıçaklandığı zaman siyah olsun beyaz olsun herkesin kanı aynı akar; eğitilmiş papağanlar çoğumuzdan daha doğru söylerler ve acaba hangisi daha yalnızdır; atmaca mı, solucan mı? Çiçek açan her yürek kurur, o çiçeği açan bitki gibi çopurlaşır, yaşlı erkekler kocakarıya dönerken karılarının bıyıkları çıkar; her an her şey durmadan değişir, dönme dolabın yolcu taşıma yerleri gibi.  "

22 Aralık, 2010

BENDE DAHA İYİ BİRİ OLMA ARZUSU UYANDIRIYORSUN

‘Benden Bu Kadar (As Good As It Gets)’ adlı filmi izlemiş miydiniz? Filmde Jack Nicholson takıntılı ve kadın düşmanı bir yazarı, Helen Hunt astımlı bir oğlu olan bekâr bir garsonu ve Greg Kinnear da eşcinsel bir sanatçıyı oynar. Aklımda yer etmesinin nedeni içinde geçen bir cümledir. Anlatayım…

Bir dizi olay sonucu bu üçlü arasında bir tür “arkadaşlık” kurulur. Sanatçıya ilişkin bir mesele nedeniyle de garson kadın ve takıntılı nobran yazar, bir yolculuk yapmak, bir otelde gecelemek zorunda kalırlar. Akşam yemeğinde yazar mutat “eşşekliklerini” yapınca, kadın masadan kalkar; odasına geri dönecektir (yahut döner, unutmuşum!). Adam özür diler ve geri gelmesini ister. Kadın bir şartla geri geleceğini söyler; “Bana bir iltifat edeceksin” der. Adam düşünür, düşünür (unutmayın adam hakikaten itin tekidir) ve der ki: “Bana daha iyi bir adam olma arzusu veriyorsun.”

İşte ben o filmi, bu yüzden unutmuyorum. Acaba, diyorum, kendi kendime, varlığımla çevremdekilere nasıl etki ediyorum? Onlarda daha iyi insanlar olma arzusu uyandırıyor muyum? Hiç olmazsa arada bir? En azından daha kötü biri olma arzusu uyandırmıyor olduğumu ummak istiyorum, bunu diliyorum.

Başkalarının benim üzerimde yarattığı etkiyi düşünürken de aklıma geliyor bu film. Bazı insanlar, tam olarak, bu anlattığım etkiyi yapıyorlar üzerimde. Sırf onlar var diye, daha iyi biri olmak istiyorum; içimdeki en iyi yanları ortaya çıkarmak. İyi, daha iyi bir insan olmak istiyorum. Onlara “layık olmak”, deyim yerindeyse…

Bazı insanlar ise tam tersi etki yapıyorlar üzerimde.  Olağan olarak olduğumdan daha kötü biri oluyorum. İçimdeki kötü ortaya çıkıyor. Sevmiyorum o haldeki kendimi ve böyle olmama neden olan insanlara kızıyorum. Onlardan kaçmak arzusu duyuyorum, uzaklaşmak…

Aslına bakarsanız, mesele belki de bundan ibarettir: Birbirimize kendimizi nasıl hissettirdiğimizden: Bir bağ kurduğumuz zaman biriyle, birbirimize neler ilham ettiğimizden… Her ne yapıyor olursak olalım, muhatabımızda “daha iyi bir insan olma arzusu” uyandırmamız gerek mümkün mertebe. Çünkü insan durduk yere iyi bir hayvan değil; iyi olma arzusu duymaya, iyi olmak için teşvik edilmeye muhtaç. Neresinden baksanız...

Sahi, siz insanlar üzerinde nasıl bir arzu uyandırıyorsunuz?

17 Aralık, 2010

"HANGİ HABERİ?" - Barış Bıçakçı

Çünkü bu şehir de diğer şehirlere benziyor. Burada da karnını doyurmak, başını sokacak bir yer bulmak, hastaneye, karakola düşmek gibi dertler var. Bu şehirde de duvarlara yazı yazarken bir şey gelip insanın bileğinden tutuyor, tabii bu yüzden bazı harfler atlanıyor, sözcükler yanlış yazılıyor. Sonuçta bu şehirde de çoğunluk aynı kanıyı paylaşıyor: “Anarşistler imla bilmiyor.”

Yine de, her şeye rağmen, insanlık tarihinin en başında yazılması, yazı yok muydu, çizilmesi, bağırılması gerekeni bir duvara  yazıveriyor: “NE TANRI, NE EFENDİ!”

Üstelik ünlem işaretini filan da unutmadan!

Sabah olduğunda, belediye otobüsleriyle, minibüslerle işlerine gidenler, “NE TANRI NE EFENDİ!” yazısını gördüklerinde, başlarında bu ikisinden de bolca bulunduğundan, duvarlara daha anlamlı, daha işe yarar şeyler yazılması gerektiğini düşünecekler. Vatan ve bayrak ile ilgili şeyler örneğin; aramızdan bazılarının hain olduğunu ve hainleri, imansızları bekleyen kaçınılmaz sonu bildiren şeyler.

Sonra duvarlardaki yazıları da unutacaklar. Açıktaki tekneyi kıyıdan koştura koştura takip ederek bir gün daha yaşayacaklar.

Güneş öğleden sonra ortalığı kavurduğunda, kışın alev rengi meyvelerini yemek için ateşdikenlerinin dallarına konan ve dallarla birlikte havada sarhoş gibi sallanan güvercinler, saçakların gölgesine çekilip uyuklayacak. Orta yaşlı kadınlar balkonlarda ellerinde yelpazeler, saçlarından söz edecekler: “Bana yapışık fön yakışmıyor. Yüzüm geniş ya benim, kuaföre kabarık fön yapmasını söylüyorum.” Yazlıklarına gidemeyen apartman yöneticilerinin canları sıkılacak, yine bir duyuru yazıp apartmanın girişine asacaklar: “Siz saygıdeğer apartman sakinlerimiz olarak sizlere daha rahat ve huzurlu bir ortam yaratmak istiyoruz.”

İkindi ezanı okunurken elektrik kesilecek. Birden sessizlik. Balkon kapıları gıcırdayacak, rüzgârla havalanan, uçuşan tüllerin halkalarının kornişlerde çıkardığı tıkırtılar duyulacak o sessizlikte.Elektrik gelince buzdolaplarının motorları yeniden uğuldamaya başlayacak.
Akşam olacak, gece yine eşikte durup yalandan birkaç kez öksürecek. Anneler, güzel bir şeyi, olmasını istedikleri bir şeyi sabırsızlıkla bekleyen çocuklarını, “Yatacağız, kalkacağız, yatacağız, kalkacağız…” diye avuturken çıplak gerçeği söylemiş olacaklar.

Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.


Küçük şeylerden filizlenen, büyüyen balta girmemiş orman. Ona yazgı diyoruz, ama masa saatinin içine nasılsa girip altı rakamının dibinde ölmüş kalmış küçük bir sinek de diyebiliriz. Çünkü artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz. Ben örneğin hem kendini beğeniş bir akvaryum balığı olabiliyorum, tül tül yüzgeçlerimle aptallık ve ölüm taşıyorum. Bu balık gerçeğin kendisi olabiliyor ama gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.

Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der.
Bilge her zaman tek parçadır ve bir tepeyi tırmanır. Zaten bilgeden beklenen de budur. Bilge tepeyi tırmanırken, yukarıdan bakıyorum yine de körüm, der geniş kanatlı kuş. Dilimi ısırdım, derdim içinde kaldı, diye inler taş. Kuşun gördüğü olmak ister bilge, taşın derdini dinleyen. Çünkü ondan beklenen budur.

Ben bilge değilim.


“Sabah o operasyon haberini ben de gördüm. Ne düşündüm biliyor musun? Ne düşündüm sana söyleyeyim. Hangi haberi okuduğumda normal hayatımı sürdürmeyi bırakacağım, diye düşündüm. Hangi haberi?”


BİR SÜRE YERE PARALEL GİTTİKTEN SONRA - Barış Bıçakçı