17 Aralık, 2010

"HANGİ HABERİ?" - Barış Bıçakçı

Çünkü bu şehir de diğer şehirlere benziyor. Burada da karnını doyurmak, başını sokacak bir yer bulmak, hastaneye, karakola düşmek gibi dertler var. Bu şehirde de duvarlara yazı yazarken bir şey gelip insanın bileğinden tutuyor, tabii bu yüzden bazı harfler atlanıyor, sözcükler yanlış yazılıyor. Sonuçta bu şehirde de çoğunluk aynı kanıyı paylaşıyor: “Anarşistler imla bilmiyor.”

Yine de, her şeye rağmen, insanlık tarihinin en başında yazılması, yazı yok muydu, çizilmesi, bağırılması gerekeni bir duvara  yazıveriyor: “NE TANRI, NE EFENDİ!”

Üstelik ünlem işaretini filan da unutmadan!

Sabah olduğunda, belediye otobüsleriyle, minibüslerle işlerine gidenler, “NE TANRI NE EFENDİ!” yazısını gördüklerinde, başlarında bu ikisinden de bolca bulunduğundan, duvarlara daha anlamlı, daha işe yarar şeyler yazılması gerektiğini düşünecekler. Vatan ve bayrak ile ilgili şeyler örneğin; aramızdan bazılarının hain olduğunu ve hainleri, imansızları bekleyen kaçınılmaz sonu bildiren şeyler.

Sonra duvarlardaki yazıları da unutacaklar. Açıktaki tekneyi kıyıdan koştura koştura takip ederek bir gün daha yaşayacaklar.

Güneş öğleden sonra ortalığı kavurduğunda, kışın alev rengi meyvelerini yemek için ateşdikenlerinin dallarına konan ve dallarla birlikte havada sarhoş gibi sallanan güvercinler, saçakların gölgesine çekilip uyuklayacak. Orta yaşlı kadınlar balkonlarda ellerinde yelpazeler, saçlarından söz edecekler: “Bana yapışık fön yakışmıyor. Yüzüm geniş ya benim, kuaföre kabarık fön yapmasını söylüyorum.” Yazlıklarına gidemeyen apartman yöneticilerinin canları sıkılacak, yine bir duyuru yazıp apartmanın girişine asacaklar: “Siz saygıdeğer apartman sakinlerimiz olarak sizlere daha rahat ve huzurlu bir ortam yaratmak istiyoruz.”

İkindi ezanı okunurken elektrik kesilecek. Birden sessizlik. Balkon kapıları gıcırdayacak, rüzgârla havalanan, uçuşan tüllerin halkalarının kornişlerde çıkardığı tıkırtılar duyulacak o sessizlikte.Elektrik gelince buzdolaplarının motorları yeniden uğuldamaya başlayacak.
Akşam olacak, gece yine eşikte durup yalandan birkaç kez öksürecek. Anneler, güzel bir şeyi, olmasını istedikleri bir şeyi sabırsızlıkla bekleyen çocuklarını, “Yatacağız, kalkacağız, yatacağız, kalkacağız…” diye avuturken çıplak gerçeği söylemiş olacaklar.

Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.


Küçük şeylerden filizlenen, büyüyen balta girmemiş orman. Ona yazgı diyoruz, ama masa saatinin içine nasılsa girip altı rakamının dibinde ölmüş kalmış küçük bir sinek de diyebiliriz. Çünkü artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz. Ben örneğin hem kendini beğeniş bir akvaryum balığı olabiliyorum, tül tül yüzgeçlerimle aptallık ve ölüm taşıyorum. Bu balık gerçeğin kendisi olabiliyor ama gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.

Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der.
Bilge her zaman tek parçadır ve bir tepeyi tırmanır. Zaten bilgeden beklenen de budur. Bilge tepeyi tırmanırken, yukarıdan bakıyorum yine de körüm, der geniş kanatlı kuş. Dilimi ısırdım, derdim içinde kaldı, diye inler taş. Kuşun gördüğü olmak ister bilge, taşın derdini dinleyen. Çünkü ondan beklenen budur.

Ben bilge değilim.


“Sabah o operasyon haberini ben de gördüm. Ne düşündüm biliyor musun? Ne düşündüm sana söyleyeyim. Hangi haberi okuduğumda normal hayatımı sürdürmeyi bırakacağım, diye düşündüm. Hangi haberi?”


BİR SÜRE YERE PARALEL GİTTİKTEN SONRA - Barış Bıçakçı

Hiç yorum yok: