26 Aralık, 2010

DELİ KIZIN ÜTOPYASI

“Gerçekleşmesi imkânsız tasarı ya da düşünce” diyor sözlük ütopya için. Benimki alçakgönüllü (gibi görünen) bir ütopya: İnsanın kendini “bildiği” bir dünyanın düşünü kuruyorum. Tuhaf görünebilir ama hakikaten müthiş bir “kendini bilmezlikten” muzdarip insanlık. Bu kendini bilmemek “Çok kendini bilmez biri o.” cümlesindeki kendini bilmekten çok başka bir şey. İnsanın kendini bilmesinden kastım, insanın Homo sapiens türüne ait bir hayvan olarak kendini bilmesi/tanıması.

Homo sapiens dediğimiz canlı üç milyar yılı aşkın bir evrim sürecinin ortaya çıkardığı bir primat; maymungillerden bir hayvan. Ama kendisini hayvanlardan ve doğadan ayrı ve öte tutmaya öylesine muhtaç ve meraklı ki, en “gelişmiş” dinlerinin bazıları Tanrı’nın taşları ve suları, toprağı ve otları, börtüyü ve böceği, kurdu, kuşu… yarattıktan sonra; bütün bunların üstünde ve ötesinde bir varlık olarak, eşref-i mahlûkat diye, insanı yoktan var ettiği varsayımına dayanıyor. İnsan buna inanmaya muhtaç demek ki! Bu hikâyeler başka hangi ihtiyaçtan türemiş olabilir?

Çocukken, babamların Hallac-ı Mansur’dan, onun “enel hak” dediği için derisinin yüzüldüğünden; oysa Tanrı’nın insanı topraktan yaratıp ruhundan ruh, nurundan nur üflediğinden ve bunun elbette insanı Tanrı’nın bir parçası/bir parça Tanrı yaptığından söz ettiklerini duyar, sevinirdim. Hepimizin bir parça Tanrı olması güzeldi. Fakat cilveli kader büyüyünce beni paleontolog yaptı. Fosilleri öğrendim, yerin tarihini, bu tarih boyunca olup bitenleri. Ve anladım ki hepi topu Homo sapiens türü bir maymunuz. Biz kim Tanrı olmak nere!

Okudukça, öğrendikçe ve gözledikçe gördüm ki her ne kadar her birimiz kendimizi benzersiz, eşsiz saysak ve her ne kadar biraz ve bir bakıma hakikaten öyle olsa bile; benzerliklerimiz farklılıklarımızdan fazla. Zihinlerimiz benzer şekillerde işliyor. Korkularımız aynı ortak geçmişin ürünü. Bizi sevindiren küçük ve anlamsız şeyler, korkutan irili-ufaklı ve anlaşılır - anlaşılmaz şeyler, kendimizin ve birlikte yaşadıklarımızın hayatını güçleştiren ve kolaylaştıran diğer bütün özelliklerimiz; her şey, ancak evrim tarihimiz içinde anlam kazanıp yerli yerine oturuyor.

Zihinlerimiz benzer şekillerde çalışıyor. Cinsiyetlerimiz dünyaya ve hayata nasıl bakacağımızı belirliyor. Uzun zaman küçük sürüler halinde yaşamış bir kabile hayvanı olmamız yüzünden, bize yabancı olanı onca kolaylıkla ötekileştiriyoruz. Aynı mekanizmaları kullanarak bizi kandırıyor beynimiz. Her birimizin elinde birer nalıncı keseri var; az ya da çok, hep kendimize yontuyoruz. Çünkü beynimiz başka türlüsüne olanak vermeyecek bir çalışma biçimine sahip. Bir önyargıya kapılmaya görelim; onu güçlendiren kanıtları asla gözden kaçırmazken, aleyhindeki kanıtları  ısrarla görmezden geliyoruz. Falanca hormondan bolca verildiğinde bedenimize, aynı şekilde azıyor yahut saldırganlaşıyoruz. Say say bitmez…

Çok kusurlu varlıklarız yani, eşref-i mahlukat olmak bir yana! Kusurlarımızı düzeltmenin bir yolu bulunmayabilir belki ama bu kusurların kendimize ve başkalarına; hayvanlara ve bitkilere, gezegene ve âleme verdiği zararların önüne geçmek mümkün olabilir. Birinci koşulu da bu kusurların farkına varmak olsa gerek. Tıpkı bir şeker hastası gibi: Hani derler ya, “şeker hastası hastalığını bildiği ve gerekli önlemleri aldığı sürece sorunsuz ve sağlıklı yaşar” diye. Aynen öyle işte! Homo sapiens’in ne menem bir hayvan olduğunu öğrenmek çok şeyi değiştirebilir.

Benim ütopyam işte bu! İnsanın kendisini bildiği bir dünya.  Ama insan kendini olduğu gibi kabul etmeye öylesine gönülsüz bir varlık ki, böyle bir dünya düşlemek neresinden baksanız ütopya.

25 Aralık, 2010

BAŞKA SESLER BAŞKA ODALAR - Truman Capote

"Dünya korkutucu bir yerdi, evet biliyordu: bitimsiz, sonu olmayan ya da neyse o kalan ne vardı? Kayalar aşınır, ırmaklar donar, meyvalar çürür; bıçaklandığı zaman siyah olsun beyaz olsun herkesin kanı aynı akar; eğitilmiş papağanlar çoğumuzdan daha doğru söylerler ve acaba hangisi daha yalnızdır; atmaca mı, solucan mı? Çiçek açan her yürek kurur, o çiçeği açan bitki gibi çopurlaşır, yaşlı erkekler kocakarıya dönerken karılarının bıyıkları çıkar; her an her şey durmadan değişir, dönme dolabın yolcu taşıma yerleri gibi.  "

22 Aralık, 2010

BENDE DAHA İYİ BİRİ OLMA ARZUSU UYANDIRIYORSUN

‘Benden Bu Kadar (As Good As It Gets)’ adlı filmi izlemiş miydiniz? Filmde Jack Nicholson takıntılı ve kadın düşmanı bir yazarı, Helen Hunt astımlı bir oğlu olan bekâr bir garsonu ve Greg Kinnear da eşcinsel bir sanatçıyı oynar. Aklımda yer etmesinin nedeni içinde geçen bir cümledir. Anlatayım…

Bir dizi olay sonucu bu üçlü arasında bir tür “arkadaşlık” kurulur. Sanatçıya ilişkin bir mesele nedeniyle de garson kadın ve takıntılı nobran yazar, bir yolculuk yapmak, bir otelde gecelemek zorunda kalırlar. Akşam yemeğinde yazar mutat “eşşekliklerini” yapınca, kadın masadan kalkar; odasına geri dönecektir (yahut döner, unutmuşum!). Adam özür diler ve geri gelmesini ister. Kadın bir şartla geri geleceğini söyler; “Bana bir iltifat edeceksin” der. Adam düşünür, düşünür (unutmayın adam hakikaten itin tekidir) ve der ki: “Bana daha iyi bir adam olma arzusu veriyorsun.”

İşte ben o filmi, bu yüzden unutmuyorum. Acaba, diyorum, kendi kendime, varlığımla çevremdekilere nasıl etki ediyorum? Onlarda daha iyi insanlar olma arzusu uyandırıyor muyum? Hiç olmazsa arada bir? En azından daha kötü biri olma arzusu uyandırmıyor olduğumu ummak istiyorum, bunu diliyorum.

Başkalarının benim üzerimde yarattığı etkiyi düşünürken de aklıma geliyor bu film. Bazı insanlar, tam olarak, bu anlattığım etkiyi yapıyorlar üzerimde. Sırf onlar var diye, daha iyi biri olmak istiyorum; içimdeki en iyi yanları ortaya çıkarmak. İyi, daha iyi bir insan olmak istiyorum. Onlara “layık olmak”, deyim yerindeyse…

Bazı insanlar ise tam tersi etki yapıyorlar üzerimde.  Olağan olarak olduğumdan daha kötü biri oluyorum. İçimdeki kötü ortaya çıkıyor. Sevmiyorum o haldeki kendimi ve böyle olmama neden olan insanlara kızıyorum. Onlardan kaçmak arzusu duyuyorum, uzaklaşmak…

Aslına bakarsanız, mesele belki de bundan ibarettir: Birbirimize kendimizi nasıl hissettirdiğimizden: Bir bağ kurduğumuz zaman biriyle, birbirimize neler ilham ettiğimizden… Her ne yapıyor olursak olalım, muhatabımızda “daha iyi bir insan olma arzusu” uyandırmamız gerek mümkün mertebe. Çünkü insan durduk yere iyi bir hayvan değil; iyi olma arzusu duymaya, iyi olmak için teşvik edilmeye muhtaç. Neresinden baksanız...

Sahi, siz insanlar üzerinde nasıl bir arzu uyandırıyorsunuz?

17 Aralık, 2010

"HANGİ HABERİ?" - Barış Bıçakçı

Çünkü bu şehir de diğer şehirlere benziyor. Burada da karnını doyurmak, başını sokacak bir yer bulmak, hastaneye, karakola düşmek gibi dertler var. Bu şehirde de duvarlara yazı yazarken bir şey gelip insanın bileğinden tutuyor, tabii bu yüzden bazı harfler atlanıyor, sözcükler yanlış yazılıyor. Sonuçta bu şehirde de çoğunluk aynı kanıyı paylaşıyor: “Anarşistler imla bilmiyor.”

Yine de, her şeye rağmen, insanlık tarihinin en başında yazılması, yazı yok muydu, çizilmesi, bağırılması gerekeni bir duvara  yazıveriyor: “NE TANRI, NE EFENDİ!”

Üstelik ünlem işaretini filan da unutmadan!

Sabah olduğunda, belediye otobüsleriyle, minibüslerle işlerine gidenler, “NE TANRI NE EFENDİ!” yazısını gördüklerinde, başlarında bu ikisinden de bolca bulunduğundan, duvarlara daha anlamlı, daha işe yarar şeyler yazılması gerektiğini düşünecekler. Vatan ve bayrak ile ilgili şeyler örneğin; aramızdan bazılarının hain olduğunu ve hainleri, imansızları bekleyen kaçınılmaz sonu bildiren şeyler.

Sonra duvarlardaki yazıları da unutacaklar. Açıktaki tekneyi kıyıdan koştura koştura takip ederek bir gün daha yaşayacaklar.

Güneş öğleden sonra ortalığı kavurduğunda, kışın alev rengi meyvelerini yemek için ateşdikenlerinin dallarına konan ve dallarla birlikte havada sarhoş gibi sallanan güvercinler, saçakların gölgesine çekilip uyuklayacak. Orta yaşlı kadınlar balkonlarda ellerinde yelpazeler, saçlarından söz edecekler: “Bana yapışık fön yakışmıyor. Yüzüm geniş ya benim, kuaföre kabarık fön yapmasını söylüyorum.” Yazlıklarına gidemeyen apartman yöneticilerinin canları sıkılacak, yine bir duyuru yazıp apartmanın girişine asacaklar: “Siz saygıdeğer apartman sakinlerimiz olarak sizlere daha rahat ve huzurlu bir ortam yaratmak istiyoruz.”

İkindi ezanı okunurken elektrik kesilecek. Birden sessizlik. Balkon kapıları gıcırdayacak, rüzgârla havalanan, uçuşan tüllerin halkalarının kornişlerde çıkardığı tıkırtılar duyulacak o sessizlikte.Elektrik gelince buzdolaplarının motorları yeniden uğuldamaya başlayacak.
Akşam olacak, gece yine eşikte durup yalandan birkaç kez öksürecek. Anneler, güzel bir şeyi, olmasını istedikleri bir şeyi sabırsızlıkla bekleyen çocuklarını, “Yatacağız, kalkacağız, yatacağız, kalkacağız…” diye avuturken çıplak gerçeği söylemiş olacaklar.

Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.


Küçük şeylerden filizlenen, büyüyen balta girmemiş orman. Ona yazgı diyoruz, ama masa saatinin içine nasılsa girip altı rakamının dibinde ölmüş kalmış küçük bir sinek de diyebiliriz. Çünkü artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz. Ben örneğin hem kendini beğeniş bir akvaryum balığı olabiliyorum, tül tül yüzgeçlerimle aptallık ve ölüm taşıyorum. Bu balık gerçeğin kendisi olabiliyor ama gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.

Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der.
Bilge her zaman tek parçadır ve bir tepeyi tırmanır. Zaten bilgeden beklenen de budur. Bilge tepeyi tırmanırken, yukarıdan bakıyorum yine de körüm, der geniş kanatlı kuş. Dilimi ısırdım, derdim içinde kaldı, diye inler taş. Kuşun gördüğü olmak ister bilge, taşın derdini dinleyen. Çünkü ondan beklenen budur.

Ben bilge değilim.


“Sabah o operasyon haberini ben de gördüm. Ne düşündüm biliyor musun? Ne düşündüm sana söyleyeyim. Hangi haberi okuduğumda normal hayatımı sürdürmeyi bırakacağım, diye düşündüm. Hangi haberi?”


BİR SÜRE YERE PARALEL GİTTİKTEN SONRA - Barış Bıçakçı

22 Kasım, 2010

NASIL YAZMALI (devam) - Ursula K. le Guin

Örneğin: İlginç bir fikir bulup bunu klişe karakterlerin canlandırdığı bir olay örgüsüne oturtmak ve duyguların yerini alması için de şiddete güvenmek ucuz bir polisiye, korku romanı ya da bilimkurgu öyküsü çıkarabilir ortaya; ama iyi bir polisiye, korku ya da bilimkurgu öyküsü çıkartmaz.

Buna karşılık güçlü duygular, güçlü karakterler tarafından canlandırılsa da, bu duygulara ilişkin fikirler etraflıca düşünülmemişse bir öyküyü götürmeye yetmezler. Eğer zihin duygularla birlikte çalışmıyorsa, duygular bir arzu tatmini (duygusal piyasa romanlarında olduğu gibi), hiddet ("anaakım" türünün çoğu örneğinde olduğu gibi) veya hormon havuzunda (pornografide olduğu gibi) çalkalınıp duracaktır.

Yeni başlayanların başarısızlığı, güçlü duygular ve fikirlerle, henüz bunları vücuda getirecek imgeleri bulamadan, hatta sözcükleri nasıl bulup bağlayacaklarını dahi bilmeden uğraşmaya çalışmaktan kaynaklanır çoğu zaman. İngilizcenin (gelin biz buna anadilinin diyelim) sözcük haznesinden veya dilbiligisinden habersiz olmak da İngilizce (gelin biz buna, örneğin, Türkçe diyelim) yazan biri için azımsanmayacak bir eksikliktir. Bunun en iyi ilacı, bence, okumaktır. İki yaşlarındayken bir dili öğrenmiş olup o gün bu gündür bu dili konuşan insanlar, belli bir haklılık payıyla, ana dillerini bildikleri inancını taşırlar ancak bildikleri konuşma dilidir; az okurlar, çöp okurlar ve fazla yazmazlarsa, yazıları yaklaşık olarak konuşmaları iki yaşındayken neyse o olacaktır. Epey bir pratik gerekecektir. İnsanın daha basit ilkelerini bile bilmediği bir aletle karmaşık müzik yapmaya çalışması sanırım yazarlığa yeni başlayanlarda yaygın görülen zaaflardan biridir.

Daha ender görülen bir başarısızlık, sözcüklerin böğürüp sıçrayarak ve bir alay toz kaldırarak koşuşturup durdukları ve toz dağıldıktan sonra aslında ağıldan dışarı hiç çıkmamış olduklarını fark ettiğimiz öykülerdir. Sözcükler hicbir yere varmamışlardır çünkü nereye gitmeleri gerektiğini bilmezler. Duygu, fikir, imge hepsi başıbozuk bir koşuşturmacaya sürüklenmişlerdir ve öykü oluşmamıştır...

Yazar - şair Boris Pasternak, şiirin kendisini  "seslerle sözcüklerin anlamı arasındaki ilişkiden" yaptığını söylemiştir. "Ses"lerin içine sözdizimini, anlatının büyük hareketlerini, bağlantılarını ve  biçimlerini de dahil edersek, bence düzyazı da kendini böyle var eder. Sözcüklerle bu sözcüklerin uyandırdığı imgeler, fikirler ve duygular arasında bir ilişki, bir karışılıklılık vardır: Bu ilişki ne kadar güçlüyse yapıt da o kadar güçlü olur. Sesler, ritim, cümle yapıları ve imgeler arasında tutarlı, girişik örüntüler olmaksızın anlam ya da duyguya ulaşabileceğinizi sanmak, kemikler olmaksızın da yürüyebileceğinizi sanmakla birdir.

...

Gerçekliğin ayrıcalıklı bir açıdan görülüşüne olan inanç genellikle ayrıcalıklı çevreler dışında, hatta onlar içinde bile artık geçerli olmadığından, böyle bir varsayımdan yola çıkarak yazılan krumaca yalnızca giderek azalan veya artarak gericileşen bir izler çevresi için anlam taşıyacaktır. Oysa bugün yazan pek çok kadın, erkek bakış açısından yazmayı seçmektedir hâlâ; gerçekliğin dişil deneyiminin daha baştan, eleştirmenlerin çoğu ve edebiyat profesörleri dahil birçok potansiyel okur tarafından inkâr edileceği ve savunmaya yönelik bir düşmanlık ve küçümseme yaratacağı bilgisiyle yazmaktansa bunu tercih etmektedirler. O halde göründüğü kadarıyla, danışıklı dövüşmekle altüst etmek arasında seçim yapmak gerekmektedir; bu secimi yapmaktan kaçınabilirmiş gibi davranmanın yararı yoktur. Seçim yapmamak da bugünlerde bir seçimdir. Her tür kurmacanın etki, siyasi ve toplumsal ağırlığı vardır; bazen de yazarlarının kendilerini "siyaseti aşmış", "salt eğlendirmek için" yazan kişiler olarak tanıttığı hafif ya da kaçık edebiyate görünümlü yapıtlar hepsinden ağır çeker.

(Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar'dan)
Not: Kalın ve italik kısımlar benim vurgularım; parantez içleri de bana ait - N.Ö.

19 Kasım, 2010

YASIL YAZMALI? – Ursula K. le Guin

Açık konuşalım, yazarlar egoisttir. Tüm sanatçılar öyledir. Diğerkâm olsalar işlerini yapamazlar. Yazarlar, Yazar Hayatının Yalnızlığı üzerine sızım sızım sızlanıp kendilerini ses geçirmez odalara kapamaya ya da daha iyi sızıldanmak için barlara takılmaya bayılırlar. Ancak yazmanın büyük bölümü yalnızken yapılsa da, inanıyorum ki aslında tüm sanatlar gibi o da bir izler kitlesi için yapılır. Yani, bir izler kitlesiyle birlikte yapılır. Tüm sanatlar gösteri sanatıdır; yalnızca bazıları bu konuda daha sinsidir.

Sizden çok rica ediyorum, lütfen söylemediklerime çok dikkat edin. Yazarken izler kitlesini düşünmeniz gerekir demiyorum. Yazarın yazarken –elinde tabanca varmış gibi – zihninde sürekli “Bunu kim okuyacak? Kim alacak?  Kimi hedefliyorum?” sorularını taşıması gerektiğini söylemiyorum. Hayır.

Bir yapıtı tasarlarken, bir yazar okurları düşünebilir, genellikle de düşünmek zorundadır; örneğin çocuklar için bir öykü yazıyorsanız okurunuzun beş yaşında mı on yaşında mı olacağını bilmeniz gerekir. Yazdığınızın kim tarafından okunacağının değerlendirilmesi, onu tasarlarken, üzerinde düşünürken, sonuca ulaştırırken, imgeleri çağırırken uygun, hatta bazın tümüyle yararlıdır. Ancak yazmaya başladıktan sonra yazı dışında bir şey düşünmek ölümcüldür. Gerçek iş, yapma aşkına yapılır. Bununla sonradan ne yapılacağı başka bir iştir. Öykü, yaratı pınarlarından, sırf var olma arzusundan doğar; kendi kendini anlatır; kendi kanalını açar, kendi sözcüklerini bulur; yazarın görevi onun aracılığını yapmaktır. Bir hocanın editörün, medyanın, eleştirmenin ya da Alice’nin onun hakkında ne düşüneceği, yazarın kafasından geçen Salı kahvaltıda ne yediği sorusu kadar uzak olmalıdır yazarken. Daha bile uzak. Kahvaltının öyküye bir yararı olabilir.

Öykü bir kez yazıldığında ise, yazar o tanrısal yalnızlığını terk etmeli, her şeyin bir gösteri olduğunu, mümkünse iyi bir gösteri olması gerektiğini kabul etmelidir.

Ben, yani yazar, yapıtımı yeniden okuduğumda ve onu gözden geçirmeye, yeniden biçimlendirmeye, düzeltmeye oturduğumda okurumun farkında olmam, onunla işbirliğine girmem uygun ve sanırım gereklidir. Hatta sırf iman gücüyle onların, o bilinmeyen, belki de doğmamış kişilerin, sevgili okurlarımın gerçekten var olacaklarını iddia etmem gerekir. Yaratıcı anın kör, güzel kibirinin incelmesi, kendini fark etmesi, açık görüşlü bir hale gelmesi gerekir. Sorular sormalıdır, mesela: Bu gerçekten benim söylediğimi sandığım şeyi söylüyor mu? Söylediğimi sandığım her şeyi söylüyor mu? İşte bu aşamada kendimin, yazarın okurlarla olan ilişkisinin doğasını, yapıtımda sergilenen haliyle sorgulamam gerekebilir. Okurlarımı itip kakıyor, yönlendiriyor, onlara üstünlük taslayıp gösteriş mi yapıyorum? Onları cezalandırıyor muyum? Birikmiş ruhsal zehirlerim için onları çöp tenekesi olarak mı kullanıyorum? Ya söylediklerime inanırsınız kahrolasıcalar, ya da görürsünüz gününüzü mü diyorum? Onlarla körebe mi oynuyorum, peki bundan hoşlanacaklar mı? Onları korkutuyor muyum, peki amacım bu muydu? Onlara ilginç gelecek miyim, yanıt olumsuzsa ilginç gelmeye çalışmam gerekmez mi? Onları eğlendiriyor, onlarla şakalaşıyor, cezp etmeye mi çalışıyorum? Oynaşıyor muyum? İpnotize mi ediyorum? Onları benimle birlikte çalışmak üzere yapıtıma davet ediyor muyum, kışkırtıyor muyum, çekiyor muyum – benim tasavvurumu tamamlayan kişi olmaya, okur olmaya, Okur olmaya çağırıyor muyum onları?

Çünkü yazar tek başına yapamaz bunu. Okunmayan öykü öykü değildir; kağıt hamuru üzerine düşmüş küçük kara işaretlerdir yalnızca. Okur okuduğu zaman canlandırır onu: yaşayan bir şey, bir öykü kılar.

Not: Başlık benim uydurmam!..

10 Kasım, 2010

BANA "AKRABANI" SÖYLE, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’ında, Robert M. Pirsig, psikosomatik birtakım karın ağrıları çeken oğlu hakkında, birlikte seyahat ettiği çiftle konuşmaktadır. Oğlunu psikiyatriste götürmesini öneren arkadaşlarına, bunu istediğini; bunun için uğraştığını ama yapamadığını anlatır. Nedenini de şöyle açıklar: “Nedenini bilmiyorum… çünkü… bilmiyorum… onlar ‘akraba’ değiller” Ağzımdan çıkan sözcüğe şaşırıyorum. Demek istediğim akrabalık değil. Pek güzel durmuyor… ‘sevecen’ değil…  benzeri,  ‘sevecenlik’ de değil… Onlar Chris’e gerçek gerçek anlamda sevecen olamazlar, onun ‘akrabası’ değiller çünkü… Duygularım açıkça böyle…
Ursula le Guin ise Hep Yuvaya Dönmek’te üç türlü akrabalık ilişkisi tanımlar: Kan yoluyla, evlilik yoluyla ve edinmek yoluyla akraba olduklarımız. (Gördüğünüz gibi yeteneği kıt “yazar”ınız ekmeğini taştan, yazılarının konularını okuduğu ikibuçuk kitaptan çıkarmaktadır. Ama kabul ediniz ki Zen ve Motosiklet bakım Sanatı şahane bir kitap, le Guin de şahane bir yazardır, öyle değil mi?).
Bana öyle geliyor ki kan yoluyla ve evlilik yoluyla akraba olduklarımızı bir yana bırakırsak; edinilmiş akrabalar çok önemlidir insan hayatında. Edinilmiş akrabalarımızı, çünkü, bile isteye, taammüden seçmişizdir. Mecbur değilizdir o “akrabalığa”, istemesek olmayız; ama isteriz ve öyleyizdir. Şahanedir.
Edinilmiş akrabaları olmayan bir hayatı/kişiyi, çok önemli bişeylerden yoksun sayarım ve bu yoldan akraba edinememeyi de önemli bir eksiklik… Kendimi de,  şanslı sayarım doğrusu; edinilmiş bir sürü akrabam var. Kimiyle tanışırız, dostlarımdır ve akraba oluşumuz ışıtır hepimizin hayatlarını. Kimiyle,  tanımayız pek birbirimizi ama birbirimizin varlığından haberdarızdır az çok ve bunu bilmek, herhalde, güç verir bize en azından.  Kimini ben tanırım, ama onlar beni tanımaz. Onların kitaplarını okurken, müziklerini dinler, boyadıklarına, çizdiklerine, yaptıklarına bakarken; derinden hissederim; akrabayızdır.
Mesela, kebapçıda bir garson kız var; onunla akrabayız. Birbirimize gözlerimizin içi gülerek baktığımızda; ihtimal ikimiz de hissederiz bunu… İşini öyle güzel, öyle severek yapar; kendine ve insanlara sevgisi ve saygısı öyle belirgin ama öyle doğal ve kendiliğindendir ki, ona karşı başka türlü hissedemezsiniz.
Sonra mesela bir adam var: Gurbet ellerde, çok güç koşullarda hayat kavgası vermekte kendisi ve çocukları için ve derdi başından aşkın, aslına bakarsanız. Ama işte bu adam, tesadüfen karşılaştığı, itin birini sevgili edinmiş, sonra da bu itin şiddetine maruz kalmış Rus kızla ilgilenmeyi; onun başına gelenlerin hesabını sormayı hatta, boynunun borcu addeder. İşte o adamla akrabayız.
Sonra İsviçreli bir adam var, yetmişine merdiven dayamış: Dünyaca ünlü, “baba” bir paleontologdur; yazdığı kitaplar ve makaleler neredeyse bir kütüphaneyi doldurur filan. Zengin, soylu bir aileden gelir ve bu adamın hayattaki en büyük dertlerinden biri şudur: Yoksul ülkelerin bu işlere bulaşmış genç araştırmacılarına ne yapıp etmeli de, bir ufuk açmalı, daha çok bilgi edinmelerini, daha geniş bir bakış açısı kazanmalarını sağlamalı? Bunun için kâh birini-ikisini evinde yatırıp yedirmecesine,  laboratuarlarında çalışmaya davet eder;  kâh kendi gibi bir sürü “baba” hocayı da toparlayıp, kurslar düzenler, yirmisine otuzuna birden. Hoca’yla akrabayız.
Aman be,  ne diye uzatıyorum ki lafı?.. Nasılsa anlamışsınızdır. Daha bir sürü var; saymaya ne gerek? Hem de hepimizin hayatında var. Ve asıl meramım odur ki; edinilmiş akrabalar önemlidir.
Edinilmiş akrabaların varlığı, içimizdeki çok derin ve arkaik bir boşluğun dolması için de şarttır galiba: Hani şu avcı/toplayıcı olan; çok zor koşullarda, çok uzun zaman yaşamak zorunda kalmış atalarımız var ya! İşte onlar, küçük kabileler halinde yaşamışlar bütün o dönemi. Sayıları,  100’ü, bilemediniz 150’yi geçmeyen –rivayetler muhtelif, bazıları 80’i pek geçmezdi bile diyor - bireyden oluşan küçük topluluklar halinde. Ve uzak atalarımız öyle korkmuşlar ki; iklim değişip de, ormanları terk etmek, düzlüklere çıkmak zorunda kaldıklarında; ödleri kopmuş. Çünkü bunu yaparken “düzlükte yaşayan ve kendilerini bura koşullarına uydurmuş olan öteki hayvanlarla çatışmayı da göze almışlar” (Çıplak Maymun, Desmond Morris, Sander Yayınları, 1980). Bu çatışmalarda sağ kalabilmek için “akrabalarıyla” birlikte hareket etmek, dayanışmak, herhalde elzem olmuştur. Öyle değil mi?
Bu ortak geçmişin, aynı zamanda, insandaki “öteki” yaratma ihtiyacının da kaynağı olduğu kabul edilir, yaygın olarak. Ve denir ki “Homo sapiens  bilgisini ne kadar çoğaltmış olursa olsun, yine de çıplak maymun olarak kalmış; davranışlarını ne kadar soylu nedenlere dayarsa dayasın, yine de ilk baştaki o soylu olmayan güdülerden vazgeçmemiştir. Bunlardan biraz utanç duyduğunu biliyoruz ama baştaki içgüdülerinin milyonlarca yıldan beri onu etkilediğini, yenilerinin ise sadece birkaç bin yıllık bir geçmişe dayandığını da unutmamalıyız. Bu yüzden, bütün gelişimi boyunca biriktirmiş olduğu genetik mirası bir omuz silkmekle, sırtından atabilmesi kolay değildir” (Age)
Öyle olduğu için de, galiba, kendi küçük topluluğunu kurmak (akrabalar edinmek!); insan doğasına tümden aykırı, büyük kalabalıklarda yapayalnız olduğumuz bu modern zamanlarda, karşı konulmaz bir ihtiyaç haline gelmektedir. Size de öyle gelmiyor mu?
         Ve belki de, diyelim, akrabamız olduğu hissine/vehmine kapıldığımız, akraba edinmek isteyeceğimiz biriyle/birileriyle, hiç beklemediğimiz türden deneyimler yaşadığımızda; kalbimizin kırılmasının nedeni budur… Kendimizi düzlüklerde yapayalnız ve “çoktandır orada yaşayan ve oraya uyum sağlamışların” arasında, savunmasız ve yapayalnız hissetmekteyizdir.. farkına varmaksızın. Kimbilir… 

06 Kasım, 2010

GARİP - Ahmet İnam


         Garip gurbette olandır. Vatanında bile. Evinde bile. Burada iken, hep “orada”dır. Göçebedir. Yurdunda göçebedir. Bu gurbet duygusu onu dünyevi isteklerden, mülklenme açgözlülüğünden alıkoyar. Hep “ötede”dir. Üşüşmez garip. Kapışmaz. Yapışmaz.
...
Nedir garibi ülkesine bağlayan? İçine bağlayan, iç dünyasına? İkinci temel öğesi garipliğin: Duygulu oluşu. Duygulu, iç fırtınaları yaşayan, seven, arayan, yıkılan, uman...Gurbette yitmez garip; bekleyenleri vardır, döner gelir. Anıları vardır. Yaşadığı duyguların  bağlandığı diyarı vardır.
...
Garibin üçüncü temel özelliği kimsesizliğidir. Kimsesizliği eşinin dostunun olmayışı anlamında değil; dış dünyayla arasındaki kapanmayan derin uçurum, insanlarla ilişkisinde de kendini gösterir. Garibin dostları, sevgilileri elbette uçurumun öbür yanındandırlar. Garip öbür yana geçmiş, onları sevmiştir; ama döner gelir yeniden uçurumun öte yanına; yola çıktığı yere. Garip uzlaşmaz, yurt tutmaz. Yerleşmez. Onu bir eve, bir odaya, bir pencereye, bir insana bağlayamazsınız. Garip kimseyi kırmadığı için, kimseye kin tutmadığı, kimseyle yarışmadığı, kapışmadığı için kimsesizdir. Garipten müdür, muhtar, milletvekili olmaz. Garip gidicidir. Gidip gelici. Sorumsuz değildir. Everenden, candan, canlılıktan sorumludur. Kendinden. Kendini yaşaması için, kendi sorumluluğunu taşımak amacıyla gider.
...
Garip, birbirini boğazlayan, doğayı sömüren, çıkarlarını sürekli kollayan, iç dünyasını, ruhunu unutmuş insana bir uyarıdır.

04 Kasım, 2010

EVCİLLEŞTİRDİĞİN ŞEYDEN SORUMLUSUN (Küçük Prens'ten)

İşte o sırada tilki geldi.
- Günaydın, dedi.
Çevresine bakıp kimseyi göremeyen Küçük Prens:
- Günaydın dedi tatlı bir sesle.
- Buradayım, dedi ses, elma ağacının altında.
- Kimsin sen? dedi Küçük Prens. Güzelliğine diyecek yok.
- Ben tilkiyim.
- Gel oynayalım, çok üzgünüm.
- Seninle oynayamam, evcil değilim.
- Kusuruma bakma, dedi Küçük Prens.
Biraz düşündükten sonra ekledi:
-“Evcil” ne demek?
- Buralı değilsin besbelli, ne arıyorsun burada?
- İnsanları arıyorum. “Evcil” ne demek?
- İnsanlar, dedi tilki, insanların tüfekleri vardır. Ava çıkarlar. Hepimizin rahatını kaçırırlar. Bir de kümeslerde tavuk beslerler. Başka dertleri yoktur. Yoksa piliç mi arıyorsun.
- Hayır, dost arıyorum. “Evcil” ne demek?
- Artık kimselerin umursamadığı bir geleneğin gereği. Türlü ilgiler kurmak demektir.
- “İlgiler kurmak” mı?
- Evet. Sözgelimi sen benim için şimdi yüzbinlerce oğlandan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var, ne de benim sana. Ben de senin için yüzbinlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinme duyarız. Sen benim için dünyada bir tane olursun, ben de senin için.
- Biraz biraz anlıyorum, dedi Küçük Prens, bir çiçek var. Galiba beni evcilleştirdi.
- Olabilir, dedi tilki, dünyada neler olmuyor ki!
- Ama bu dediğim Dünya’da olmadı!
- Yoksa başka gezegende mi?
- Evet.
- O gezegende avcı var mıdır?
- Yok.
- Bak, bu çok ilginç. Peki ya piliç?
- Yok.
- Hiçbir şey tam istendiği gibi olmuyor, dedi tilki içini çekerek.
Ama hemen konuya döndü:
- Hayatımda hiç değişiklik olmaz. Ben piliçleri avlarım, insanlar beni avlar. Bütün piliçler birbirine benzer, bütün insanlar da. Doğrusu epey sıkıcı. Ama beni bir evcilleştirsen hayatım günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden apayrı bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla kovuğuma kaçırtır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır. Bak, ötedeki buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Buğday tarlaları bana bir şey demiyor. Bu, çok acı, ama senin saçın altın renginde. Beni evcilleştirsen ne iyi olurdu, bir düşün. Altın rengindeki başaklar seni anımsatacak artık. Başaklardaki rüzgârı dinlemek güzel gelecek.
Tilki sustu ve uzun bir süre Küçük Prens’i süzdü:
- Ne olursun evcilleştir beni, dedi.
- Çok isterdim, ama vaktim az. Dostlar edinmeli, yeni şeyler tanımalıyım.
- Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki, insanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan, beni evcilleştir işte…
- Evcilleştirmek için ne yapmalıyım?
- Çok sabırlı olmalısın. Önce benden biraz ötede çimenlerin arasında oturacaksın. Şöyle. Ben seni göz ucuyla süzeceğim, sen ağzını açmayacaksın. Çünkü sözcükler yanlış anlama kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınımda oturursun…
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
- Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur, dedi tilki, sözgelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her geçen dakika mutluluğum artar. Saat dört dedi mi meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını bulup çıkarırım. Ama gelişigüzel gelirsen içimi sana hangi saatte hazırlayacağımı bilemem. Ayinsiz olmuyor.
- Ayin nedir?
- O da artık kimsenin umursamadığı bir gelenek. Bir günü öbür günlerden, bir saati öbür saatlerden ayırır. Sözgelimi peşimdeki avcıların bir ayinleri var. Her perşembe, köylü kızlarla dans ederler. Bu yüzden perşembe benim için eşsiz bir gündür! O gün bağlara kadar uzanırım. Avcılar belirsiz günlerde dans etselerdi, bütün günler birbirine benzeyecek, ben de hiç keyif çatamayacaktım.
Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılık saati yaklaşınca tilki:
- Ah, dedi, gözyaşlarımı tutamayacağım.
- Suç sende, dedi Küçük Prens. Sana kötülük etmeyi düşünmemiştim, kendin istedin evcilleşmeyi.
- Orası öyle.
- Öyleyse bundan bir kazancın olmadı!
- Oldu, oldu, dedi tilki, başak tarlaları meselesi…
Sonra da ekledi:
-Git, bir daha bak güllere. Seninkinin eşsiz olduğunu anlayacaksın. Sonra gel helâllaşalım; sana bir sır vereceğim.
Küçük Prens güllere bir daha bakmaya gitti:
- Siz benim gülüme hiç mi hiç benzemiyorsunuz. Şimdilik değersizsiniz de. Ne sizi evcilleştiren olmuş, ne de siz kimseyi evcilleştirmişsiniz. Tilkim eskiden nasıldı, öylesiniz. O da önceleri tilkilerden bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada bir tane.
Güller güç duruma düşmüşlerdi.
- Güzelsiniz ama boşsunuz, diyeekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü camekânla örttüğüm odur, rüzgârdan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız tırtılların dışındakileri, uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.
Sonra tilkiyle buluşmaya gitti:
- Hoşça kal, dedi.
- Hoşça git, dedi tilki. Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
- Gerçeğin mayası gözle görülmez.
- Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır.
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
- Uğrunda harcadığım zamandır.
- İnsanlar bu gerçeği unuttular, sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun…
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
- Gülümden ben sorumluyum.
(Küçük Prens – Antoine de Saint-Exupéry; çevirenler: C. Süreya – R. Tomris, Bilgi Yayınevi, 1965)

31 Ekim, 2010

HATIRALAR HAYAL OLDU!..

Bilişsel uyumsuzluk psikoloji literatürüne Leon Festinger nam bir bilim kişisi tarafından kazandırılmış bir kavramdır. Öz olarak birbiriyle çelişen iki “biliş”i aynı anda yaşamanın yarattığı gerilim ve bu gerilimi çözme çabasıyla ilgilidir; biz güzel dilimizde buna “Kimse ayranım ekşi demez!” diyoruz. Diyelim ki sigara içiyorsunuz ve aynı zamanda sigara içmenin sağlığınıza feci şekilde zararlı olduğunu biliyorsunuz. “Sigara içmek sağlığa zararlıdır” ve “ben zeki ve makul bir insanım ve bile bile zararlı bir şeyi yapmam” şeklinde, nur topu gibi iki bilişiniz oldu değil mi? Bu iki biliş, doğal olarak, çelişiyor. Çelişince sinirinizi bozuyor, huzurunuzu kaçırıyor. Rahatsız oluyorsunuz. Bu durumda sigarayı bırakmanız en doğrusu gibi görünüyor ama yapamıyorsunuz. Ne yapıyorsunuz o zaman? Sigara içmenin öyle söylendiği kadar kötü bir şey olmadığına ya da sigara içme riskine girebileceğinize; çünkü sigara içmenin geriliminizi azalttığına ve kilo almanıza engel olduğuna (ne de olsa şişmanlık da sağlık için önemli bir risktir ve gerilimin hastalıkların oluşumunda önemli bir etken olduğunu çocuklar bile bilir!) vs. kendinizi inandırarak hissettiğiniz bilişsel uyumsuzluğu azaltıyorsunuz. Hem sigara içmeye hem de zeki ve makul bir insan olmaya değilse de olduğunuza inanmaya devam ediyorsunuz. Bilişsel uyumsuzluk kısaca budur.

Ama asıl önemli soru şudur: Bilişsel uyumsuzluk hissetmenin mala davara zararı var mıdır? El cevap: Vardır! Hem de çok büyük zararları vardır. Yaptığımız kötü seçimlerde ısrar etmemizin, hatalarımızı kabul etmememizin, asla düşmeyeceğimizi düşündüğümüz durumlara düşmemizin, asla yapmam dediğimiz şeyleri yapmamızın ve buna rağmen bütün bunların olduğunu idrak etmekte direnmemizin sebeplerini bilişsel uyumsuzluk kuramı gayet güzel açıklar.

Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul’da “Birdenbire alçak olmak lazımgelseydi, pek az adam alçak olurdu.” diyor. İşte bu, tam da bilişsel uyumsuzluk kuramının söylediği şey: Küçük adımlar atıyorsunuz alçaklık yolunda ve her defasında “ben kötü bir şey yaptım” ve “ben iyi bir insanım” bilişleri arasındaki uyumsuzluğu hissediyorsunuz. Ve her defasında iyi bir insan olmaya devam ettiğinize, o yaptığınız şeyin o kadar da kötü olmadığına kendinizi inandırıyorsunuz. Ve o küçük adımlar sizi bir alçak olmaya doğru yavaş yavaş taşıyor.

Yapılan deneyler ve gözlemler gösteriyor ki, en büyük yanlışları yapanlar en kuvvetli bilişsel uyumsuzluğu yaşıyorlar ve yaşadıkları uyumsuzluğu gidermek için yanlışın aslında yanlış olmadığına kendilerini inandırmak ihtiyacıyla kıvranıyor; en sonunda yaptıklarının aslında “doğru” olduğuna inanmanın bir yolunu  mutlaka buluyorlar. Örneğin işkenceciler böyle uyuyabiliyor geceleri. İlkin kötü bir şey yaptıklarını düşünüyorlar ama kendilerine kötü diyerek yaşamaları mümkün değil! O zaman yaptıklarının iyi bir şey olduğuna inanmalarını sağlayacak yollar arıyorlar: Tamam onlar işkence yapıyorlar ama işkence ettikleri kişiler de vatan haini. Ve vatan hainleri işkenceyi hak eder. Böylece kendilerinin yerine işkence ettikleri kişileri “kötü” ilan ediyor ve artık gittikçe daha ağır işkenceler yapıyorlar. İşkencenin dozunu giderek artırmaları, yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğu çözmelerine yarıyor: Vatan hainlerinin canlarına okumak gerekir yoksa vatan elden gider ve kendileri de buna engel olmaya çalışan vatanperverlerdir; o halde o “kötü” insanlar en kötüsünü hak etmişlerdir. Güney Afrika ve Güney Amerika’daki çeşitli ülkelerdeki işkencecilerle görüşmeleri içeren araştırmalar böyle düşündüklerini, kendilerini buna inandırmış olduklarını teyit ediyor.

Bilişsel uyumsuzluk yalnızca işkencecileri vicdan azabı çekmekten kurtarmıyor. İnsana dair olan hiç birimize yabancı olamayacağı ve bilişsel uyumsuzluk da zihnimizin işleyiş biçiminin bir ürünü olduğu için, hepimizin kafasının işleyişinde bu mekanizmaya mutlaka yer olmalı. Nasıl mı? Aşk hayatımızdan iş hayatımıza, alışverişten öğrenime aklınıza gelebilecek bütün alanlarda.

Mesela ben aslında hukuk yahut siyasal bilimler okumak istemiştim ama cilveli kaderin çeşitli hareketleri sonucu jeolojiye girmiştim. Daha birinci sınıfta kendimi bunun benim için en doğrusu olduğuna inandırdım; inanır mısınız? Yıllar sonra çok severek yaptığım işimi değiştirdim bir gaflet anında; yeni işim öylesine berbattı ki kendimi bu işin daha iyi olduğuna inandırmam pek mümkün olamazdı ama şuna inandırdım: Aslında eski işimde kalsam, pek çok şey kaybeder, yeni işimin önümde açtığı olanaklardan mahrum kalırdım (gizli işsizdim ve yaklaşık 8 yılı odamda kitap okuyarak geçirdim). Öyle olduğuna bir ölçüde hala daha inanırım (ve zaten bilişsel uyumsuzluk kuramı da bunu gerektirir). Fakat bilişsel uyumsuzluk kuramı der ki, eğer işimi değiştirmeseydim ve o sevdiğim işte kalsaydım; kalmanın benim için en iyisi olduğuna da aynı şiddetle inanacaktım! Araştırmalara göre her neyi ve/veya kimi seçmişsek, o seçimimizi haklı gösterecek gerekçelere sıkı sıkıya sarılıyor; aksine kanıtları ısrarla görmezden geliyoruz. Buna da kendi kendini haklı çıkarma deniyor. Yani minareyi çalıyoruz, sonra bakıyoruz ki bu bizi hırsız yapar; hemen bir kılıf hazırlıyoruz: Evet minareyi çalmış olabiliriz ve fakat minare de eğriydi; görüntüyü bozuyordu; bize daha çok lazımdı, orda öyle boşuna durmasından iyi bir şeydi bizim almamız vs. vs.

Bilişsel uyumsuzluk hafıza kayıtlarımızda “düzenlemeler yapmamıza”, olanları olduğu gibi değil işimize geldiği gibi anımsamamıza ve geçmişin/olanların hikâyesini yeniden yazmamıza neden oluyormuş inanır mısınız? (Farkındayım bu soruyu ikinci defa soruyorum ama inanılır gibi görünmediğini ben de kabul ediyorum ve evet “hatırladıklarımız” her zaman gerçek değil, pek çok araştırma bunu gösteriyor).

Bilişsel uyumsuzluğun ciddi hasar yarattığı durumlardan biri de ikili ilişkiler. Diyelim ki bir çift ayrıldı. Bakın neler oluyormuş (örnek evli çiftler ve boşanma üzerinden ama pekâla sevgililere de uyarlayabilirsiniz): “Elbette, bazı insanlar mevcut durumun zararlarını ve yararlarını makul bir şekilde değerlendirerek ayrılma kararı alırlar; fakat büyük çoğunluk, bu kararı, ilişkinin tarihini yeniden yazarak ve yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğu azaltma çabasıyla; hileli bir şekilde alır. Çiftler, ideallerinden çok uzak olsa bile ilişkilerini sürdürmeye niyetli oldukları sürece, kararlarını destekleyecek yollar kullanarak, yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğu azaltırlar: “O kadar da kötü değil.” “Evliliklerin çoğu benimkinden kötü yahut en azından daha iyi değil.” “Evet, doğum günümü unuttu ama beni sevdiğini gösteren başka bir sürü şey yapar.” “Sorunlarımız var evet ama onu seviyorum neticede.” Eşlerden biri veya ikisi birden boşanmayı düşünmeye başladığı zaman, öte yandan, yaşanan bilişsel uyumsuzluğu azaltma çabaları, artık, ayrılma kararını haklı hale getirmeye yönelecektir: “Bizim evliliğimiz bir felâket.” “Çoğu evlilik benimkinden iyi.” “Doğum günümü unuttu; bu beni sevmediği anlamına gelir.” Ve yirmi yahut otuz yıldan sonra, terk eden eşin acımasız sözleri: “Seni asla sevmedim.”
Bu son özel açıklamanın zalimliği, söyleyenin ayrılma kararını haklı gösterme ihtiyacıyla at başı gider. Bariz dış etkenler yüzünden ayrılmak zorunda kalan çiftler (örneğin çiftlerden birinin fiziksel ya da psikolojik tacizde bulunması yüzünden), bu kararlarını haklı hale getirmek için ilave neden bulma ihtiyacı duymayacaklardır. Ne de, nadir de olsa, ayrılık kararının başlangıçta yarattığı acının yerine, eninde sonunda, sıcak arkadaşça duyguları koyarak dostane bir şekilde ayrılan çiftler böyle bir ihtiyaç duyacaklardır. Bu gibi çiftler eski eşlerini kötülemek ve mutlu zamanlarını unutmak ihtiyacı duymazlar; çünkü “İlişkimiz yürümedi.”, “Zaman içinde birbirimizden uzaklaştık.” yahut “Evlendiğimizde o kadar gençtik ki, daha iyisinin olabileceğini bilmiyorduk.” diyebilirler. Fakat boşanma önemli sonuçlara yol açtığı, çok acı verici ve pahalı olduğu ve özellikle de taraflardan birisinin boşanmayı isteyip, diğerinin istemediği zamanlarda, her iki taraf da çok acı veren duygulara kapılacaklardır. Bu çiftler, neredeyse şaşmaz bir şekilde boşanmaya eşlik eden kızgınlık, öfke, incinmişlik ve keder duygularına ilaveten, bir de yaşadıkları bilişsel uyumsuzluğun yol açtığı acıyı yaşayacaklardır. Bu gibi boşanmalara eşlik eden bilişsel uyumsuzluk ve insanların çoğunluğunun hissettikleri uyumsuzluğu azaltmak için başvurdukları yollar, boşanma sonrasında hissedilen düşmanlıkların asıl nedenleri arasındadır.
Eğer terk edilen siz iseniz; “ben iyi bir insanım ve harika bir eş oldum.” ile “Eşim beni terk ediyor. Bu nasıl olabilir?” arasında, benliğinizi paramparça eden bir bilişsel uyumsuzluk hissedebilirsiniz. Kendinizin sandığınız kadar iyi bir insan olmadığınız yahut iyi bir insan olduğunuz ama bayağı kötü bir eş olduğunuz sonucuna varabilirsiniz ama aramızdan çok azımız, yaşadığı bilişsel uyumsuzluğu iğneyi kendine batırarak çözümlemeyi seçer. Yaşadığınız uyumsuzluğu, eşinizin zor ve bencil biri olduğu ama sizin bunu şu ana kadar tam olarak anlayamamış olduğunuza karar vererek azaltmak çok daha kolaydır.
Eğer terk eden siz iseniz, o zaman da, bir zamanlar sevdiğiniz birine çektirdiğiniz acıları haklı hale getirerek, azaltmanız gereken bir bilişsel uyumsuzluk hissedersiniz. Çünkü siz iyi bir insansınızdır ve iyi insanlar bir başkasına acı çektirmezler; o halde eşiniz başına gelenleri hak ediyor olmalıdır, hatta belki de sizin idrak ettiğinizden de fazla. Boşanan çiftleri gözlemleyen insanlar, boşanmayı isteyen tarafın çok mantıksız gibi görünen düşmanca tutumları karşısında şaşkınlığa düşerler; oysa izledikleri, eylem halindeki, bilişsel uyumsuzluğu azaltma çabasıdır.
Bilişsel uyumsuzluk kuramı; boşanma konusunda başlangıçta en büyük kararsızlığı yaşayan yahut tek yönlü olarak aldığı karar yüzünden en büyük suçluluğu duyan tarafın, aynı zamanda ayrılma kararını haklı hale getirmek için en güçlü ihtiyacı duyacak kişi olduğunu da tahmin etmemize olanak verir. Buna karşılık, terk edilen eş de bu denli acımasız ve haksız bir muamele gördüğüne inandığından, yaptığı misillemeleri haklı göstermek için müthiş bir zorunluluk hissedecektir. Her iki tarafın yazdığı yeni hikâye; hem eski eşlerin son zamanlardaki korkunç davranışları hem de hikâyeyi teyit edecek anılar tarafından desteklenir ve eski eş tamamen kötü bir insan olarak görülmeye başlanır. Kendi kendini haklı çıkarma süreci boyunca, kararsızlık kararlılığa, suçluluk öfkeye evrilir. Aşk hikâyesi biter, nefretin kitabı yazılmaya başlanır.” (Benim Hatam Değil, Carol Tavris & Elliot Aronson, Kuraldışı Yayınları)
Bilişsel uyumsuzluk kuramı hepimizin yaptığı; kendimizde değil ama başkalarında apaçık gördüğümüz ve anlamakta zorlandığımız şeylerin (1) bizde de, şu ya da bu ölçüde, aynen var olduğunu ve (2) olmayacak görünen işlerin küçük adımlar halinde ve her adımda kendimizi haklı çıkararak nasıl gerçekleştiğini anlamamızı sağlar. Ancak bu durumu anlarsak ve bilişsel uyumsuzluk yaşadığımız durumların farkına varıp, önlemli davranırsak, yaratacağı hasarlardan kendimizi ve başkalarını esirgeyebiliriz. Peki şart midur? Yoo, bunca zaman kendi kendimizi haklı çıkararak ve bilişsel uyumsuzluk nedir bilmeden “mutlu – mesut” yaşayıp gitmişken, “huzurumuzu” bozmayıp aynen devam edebiliriz. Ne demişler: Cehalet mutluluktur!

28 Ekim, 2010

YERİN ALTINDAKİ KISIMLARIYLA ÖVÜNME AYRICALIĞI KİME AİTTİR?

Bazı anketlerde bir özürünüzün olup olmadığı sorulur ya, ben genellikle şu cevabı veririm: Bazı insanlık durumlarını anlama özürlü. Gerçekten de böyle bir özürüm var. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bir türlü anlayamadığım durumlar var. Mesela insanın durduk yerde, hiç bir neden yokken yalan söylemesini; kendini savunma olanağından yoksun birine zulmetmesini; oluşumuna yahut varlığına hiçbir katkısının olmadığı şeylerle övünmesini ve bunlara benzer benzemez bir sürü şeyi anlamakta sonsuz güçlüklerim var. Bunların hiçbirini, hiçbir zaman yapmamış olduğumdan değil; yaptığı her şeyi anlayan varsa, beri gelsin!

İnsanların atalarıyla övünmeleri de anlayamadığım işlerdendir. İnsanın yaşı ilerledikçe ve birikimi arttıkça kimi şeyleri anlaması kolaylaşır ya; iş gelip de bu “atalarla övünme” meselesine dayanınca bende tam tersi oluyor. Çünkü kıyısından köşesinden biraz biyoloji, evrim, genetik filan okumuşsanız eğer; böyle bir tutumun salaklığı daha bir aşikâr hale geliyor. Bu durumu gayet güzel anlatan bir hikâye okumuştum biyerlerde: Bir sperm bankası Nobel kazanmış bilim adamlarından sperm rica etmiş. Bankaya koysunlar da süper çocuk isteyenlere satsınlar diye herhal! Nobel’li bir fizikçi, galiba, “Eğer dahi çocuk istiyorsanız; yanlış kişiye geldiniz; babama gitmeliydiniz. Kendisi New York’a göçmen gelmiş fakir bir terziydi. Benim kötü gitar çalan iki oğlum var, bütün becerebildiğim bu oldu” diyerek reddetmiş. Bir kere daha anlıyor insan kimseye boşuna Nobel vermediklerini.

Son birkaç yıldır sıkça başvurduğum bir makara yöntemi var: Asalet taslayan, verili koşulları üzerinden hak talep eden arkadaşlarıma ve tanıdıklarıma ünvanlar dağıtıyorum. Dağıttığım kimi ünvanlar şunlar: Girit Şövalyesi, Burdur Kontesi, Pasinler Baronesi, Bursa Arşidükü, Tebriz Baronu, Ankara Granddüşesi, Niğde Dükü ve Brastik Kontu! Benim bir ünvanım yok, avamım. Hem bir gen havuzundan çıkmış bir piyango olduğumun farkındayım; hem de, çok sevdiğim bir söz gereği, “yerin altındaki kısımlarıyla övünme ayrıcalığının; patatesler, yer elmaları ve yer fıstıklarına bırakılması gerektiğine” yürekten inanırım. Ama işte yine de, bazı insanlarda var böyle eğilimler. Falanın oğlu, filanın kızı, bilmem kimin torunu filan oldukları için övünüyorlar. Kolay kolay beğenmiyorlar herşeyi, fazlasıyla ince, zarif ve kırılganlar; asiller bir bakıma. Başka insanların her gün yaşadığı, maruz kaldığı şeyleri, kendilerinin “asla” kaldıramayacaklarını, yapamayacaklarını vs. vehmediyorlar. Ben de içimden söyleniyorum: “Hele bir mecbur olmayagörün, hepsi olur”.

Paul Auster’in Kehanet Gecesi adlı bir romanını okumuştum. Öyle hikâye içinde hikâye içinde hikâye şeklinde bir romandı, güzeldi. Roman karakterlerinden biri bir yazar ve yönetmenin biri bu yazara H. G. Wells’in “Zaman Makinası” romanına dayanan bir senaryo yazma işi veriyor. Bu senaryodan aşağıdaki bölümü dikkatlerinize sunuyorum; fazla söze hacet yok:

“O güne dek, zaman içinde yolculuk başarılmış, ama pek sık uygulanmıyor; kullanımında kısıtlamalar var... Tarihte başka zamanları ziyaret etme zevki için değil, yeteşkinliğe geçiş töreni olarak. Bu iş de yirmi yaşına gelince gerçekleşiyor. O kişinin onuruna bir kutlama töreni yapılıyor, aynı gece geçmişe gönderilerek dünyada bir yıl dolaşmasına ve atalarını gözlemesine izin veriliyor. Doğmundan iki yüz yıl önce başlıyor; yaklaşık olarak yedi kuşak önce, yavaş yavaş bugüne kadar geliyor. Bu yolculuğun amacı kişiye alçakgönüllülüğü ve duygudaşlığı öğretmek, insanlara hoşgörüyle bakmasını sağlamak. Yolculuğu sırasında karşılaşacağı yüzlerce kişi sayesinde insanla ilgili bütün olasılıklar önünce açılacak, genetik piyangonun bütün rakamları ortaya çıkacaktır. Zaman gezgini, devasa bir çelişkiler kazanından gelmiş olduğunu ve ataları arasında dilenciler ve aptallar, azizler ve kahramanlar, sakatlar ve güzeller, yumuşak başlılar ve caniler, fedakârlar ve hırsızlar olduğunu öğrenecektir. Bunca kısa bir zaman dilimi içinde bunca hayata tanık olmak, insanın kendisini ve dünyadaki yerini farklı bir yönden tanıması demektir. İnsan kendini, kendinden daha büyük bir şeyin parçası olarak, farklı bir birey olarak görecektir, ne kendinden önce, ne de kendinden sonra bir benzeri olmadığını anlayacaktır. Sonunda, kendi kendini yapma sorumluluğunu yalnızca kendinin taşıdığını anlayacaktır.”

Demek ki neymiş? Alçakgönüllü olunacak! Ol! Kendini yapma sorumluluğu yalnızca sana ait! Yap! Bu kadar!..

24 Ekim, 2010

SENİH EFENDİ İLE MACİDE - Mithat Cemal Kuntay (Üç İstanbul'dan)

Yatakta büsbütün çirkinleşen Senih Efendi, Macide’nin dokuz seneden beri her gece sarılıp yattığı bir işkenceydi. Kocasının çürük etinden tiksinir, eli eline değdikçe ağlamak isterdi. Senih Efendi’nin çehresinde ihtiyarlık insan etinin çamurlaşmasıydı;fakat bundan ne çıkardı? Macide’nin dudaklarıyla bu çamura tahammül etmesini Senih Efendi erkekliğinin hakkı olarak kabul etmişti; hem de Macide namuslu kalmak şartıyla.

Ve bütün tiyatrolar gibi bu dram gece oynanırdı: Aşkta dünyanın en güzel sadeliği olan çıplak insan vücudunu, karı koca arasında, bitmeyen bir tekerrürle facia haline gelmekten medeni insanlar, yarım karanlıklar, zarif hileler, ayrılan odalarla kurtarırken; Macide’nin yatak odasındaki aşk, Senih efendinin yukarıda saydığım beş altı pöstekisinden soyunur, çiğ bir ziyanın altında kımıldar, duvarda dünyanın en çirkin gölgesi siyah bir hokkabaz gibi uzalır, kısalırdı. Macide gölgenin bitmesini bekleyerek gözlerini kapar, fakat nihayet açılan gözleri gölgenin yorgun aslını yanıbaşında uzanmış görünce kadın haykırmak, kaçmak isterdi.
Kaçmak mı? Fakat nereye?

Dünyanın dışında başka bir dünya parçası olmadıkça Macide bu yataktan bir karış kaçamayacak, Senih Efendi’nin rutubetli dudaklarına vücudunun hiçbir tarafı itiraz edemeyecektir. Ve iki ayağı çukurda olan Senih Efendi her gece mezarından yarı beline kadar uzanacak, Macide’yi kucaklayacaktır. 

O, bunun için kadın doğmuş, bunun için güzel olmuştur. Tesadüfün kararı, insanların kanunları, fukaralık, kimsesizlik Senih Efendi’nin gövdesine Macide’yi dolamışlar, bağlamışlardır.

22 Ekim, 2010

DİNOZORLAR, HAYAT, AŞK vs. *- Monika Maron (Animal Triste'den)

“İnsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir. Unutmak ruhun bayılmasıdır. Hatırlamanın, unutmamakla hiçbir ilgisi yoktur. Tanrı ve dünya Brachiosaurus’u unuttu. Yüz elli milyon yıl boyunca yeryüzünün hatta muhtemelen kozmosun belleğinden silindi, ta ki Profesör Janensch Tendaguru’da onun birkaç kemiğini buluncaya dek. Bundan sonra onu hatırlamaya başladık, yani onu yeniden icat ettik, küçük beynini, beslenmesini, alışkanlıklarını, onunla yanı çağda yaşayanları, türüne özgü uzun ömrünü ve ölümünü. Şimdi o yeniden var ve her çocuk onu tanıyor.”
...
“Dinozorların soyunun tükenmesi, kırk elli yıl önce gazetecilerin ve her yaş grubundan gazete okurlarının, hatta çocukların en sevdiği konulardandı. O zamanlar, hiç kimsenin dinozorların yaşamıyla değil de sadece ölümüyle ilgilenmesini tuhaf buluyordum. Hiç kimse bu devlerin nasıl olup da yüz milyon yıl ya da daha uzun süre hayatta kalabildiklerini sormuyordu, oysa benim için asıl bilmece buydu. Sanki yeryüzünde bu kadar uzun bir süre yaşayan bir şeyin günün birinde ortadan kaybolması normalmiş gibi. Muhtemelen insanları dinozorların ölümüne mantıklı, bir defalık, hiçbir surette tekrarlanmayacak, kendileri için söz konusu olamayacak bir şey bulmaya zorlayan, tam da bu sezgiydi. Çünkü insanlar aslında sürekli olarak kendilerinin, kâh atom bombasıyla, kâh yeni türden hastalıklarla, sonra erimeye başlayan kutuplar yüzünden yok olacaklarından korkmakla meşguldüler; sanki kendi ölümleri ve hayatta kalmaları buna bağlıymış gibi insanlığın yok oluşundan müthiş korkuyorlardı. Kendi kendilerine tekinsiz gelmeye başlamışlardı. Türlerinin ölçüsüzce yiyen ve ölçüsüzce hazmeden bir canavara dönüşmesini korku içinde seyrediyorlardı ve bu canavarın çatlamasını ya da başka bir biçimde kendi kendine yok olmasını bekliyor gibiydiler; ya da bir mucizenin gerçekleşmesini. Bu ölçüsüzlükte, açıkça dinozorlarla akraba olduklarını hissediyorlar ve bu yüzden dinozorların yazgısını, kendilerini bekleyen tehlike için bir mesel olarak görüyorlardı. En çok da, dinozorların ölümünden bir meteorun sorumlu olduğuna inanmayı seviyorlardı. Belâ gökyüzünden gelmiş olmalıydı; bu arada nasıl bir felaket yaşanmış olursa olsun, kaplumbağaların bu felâketten sağ kurtulduklarını dikkate almıyorlardı.”
“Yüz yaşında mı yoksa ancak seksen yaşında mı olduğumun, “Seviyorum” dediğimiz bu duruma düşmemizle aslında neyin olup bittiğini kırk, otuz ya da altmış yıldır mı düşündüğümün hiç önemi yok. Bir elli yıl daha kafamı bununla meşgul etsem, bulup da anlayacak değilim. Aşkın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktığını bile bilmiyorum. Kimi zaman bize aylarca, hatta yıllarca pusu kurmuş bir başka varlık gibi içimize girdiğine, bizim günün birinde anılara ya da düşlere kapılmışken, özlemle gözeneklerimizi açtığımıza, sonra bu gözeneklerden içeriye girmesinin saniyeler aldığına ve derimizin altındaki her şeyle karıştığına inanıyorum.

Ya da içimizde yuvalanmış, sessizce bekleyen bir virüs gibi gidiyor içimize, ta ki günün birinde bizi hastalığa yatkın ve yeterince korumasız bulunca, iflah olmaz bir hastalık gibi çıkıveriyor ortalığa. Doğuşumuzdan itibaren, bir tutsak gibi içimizde yaşadığını da tasavvur edebilirim. Kimi zaman bizim oluşturduğumuz hapishaneden dışarı çıkıp kurtulmayı başarıyor. Onu dışarıya çıkmış bir müebbet hapis mahkûmu olarak düşündüğümde, ender özgürlük anlarından neden böyle azdığını, sanki onu bıraktığımızda neler yapabileceğini ve onun hüküm sürmesine izin vermediğimiz için hangi cezayı hak ettiğimizi göstermek istermişçesine bize neden böyle acımasızca eziyet ettiğini, bizi her türlü adanmışlığın ve hemen ardından her türlü mutsuzluğun içine soktuğunu daha iyi anlıyorum”

* Başlık benim uydurmam. -N.Ö.

21 Ekim, 2010

PUŞTLUĞUN KİTABINI YAZAN PİZZARO ÖLMEDİ


16 Kasım 1532’de Peru’nun bir dağ kasabası olan Cajamarca’da İnka imparatoru Atahualpa ile İspanyol "fatih" Francisco Pizzaro karşılaştılar.
Atahualpa, Yeni Dünya’nın en büyük, en ileri devletinin hükümdarıydı, kendi imparatorluğunun tam ortasında durmuş Pizzaro’yu bekliyordu. Ordusunda 80.000 asker vardı Öteki yerlilerle yapmış olduğu bir savaşı daha yeni kazanmıştı.
Pizzaro ise Avrupa’daki en güçlü devletin hükümdarı, Kutsal Roma İmparatoru V. Karl’ı (ya da İspanya Kralı I. Carlos) temsil ediyordu. İspanyol kuvvetlerinin tümüyle bağlantısı kopmuştu ve aralarında iki kardeşinin de bulunduğu 168 adamı vardı yalnızca.
Güçleri arasındaki bütün bu eşitsizliğe karşın, Pizzaro karşılaşmalarını izleyen ve kısa süren bir çatışmanın ardından Atahualpa’yı esir aldı ve 7000 civarında adamını öldürdü. İnkalar Atahualpa’ya Güneş Tanrısı olarak tapıyorlar, esirken verdiği emirleri bile yerine getiriyorlardı. Pizzaro, Atahualpa’yı sekiz ay boyunca elinde tuttu ve onu serbest bırakmak karşılığında tarihin en büyük fidyesini (5 metre eninde, 7 metre boyunda, 2.5 metre yüksekliğinde bir odayı dolduracak kadar altını) aldıktan sonra, sözünü tutmayarak Atahualpa’yı öldürdü. (Tüfek, Çelik ve Mikrop, Jared Diamond; Tübitak Popüler Bilim Kitapları).
Peki bütün bunlar nasıl oldu da olabildi?!! 168 kişilik bir grup nasıl oldu da 80.000 kişilik bir orduyu yendi; o orduya kumanda eden imparatoru esir alabildi?
İspanyol görgü tanıklarının yazdıklarına göre; Pizzaro Cajamarca’lı yerlilerden bilgi almak için onlara işkence yapmış ve Atahualpa’nın kendisini Cajamarca’da beklediğini ve kuvvetlerinin sayısını öğrenmişti. Cajamarca’ya geldiğinde de, Atahualpa’nın habercisine “Hükümdarınıza söyle, buraya ne zaman isterse, nasıl, ne şekilde isterse gelsin, onu bir dost ve kardeş olarak karşılayacağım. Çabuk gelmesi için dua ediyorum çünkü onu görmek istiyorum. Hiçbir zarar ya da hakarete uğramayacak”  demişti. Atahualpa Pizzaro’dan dostluk, kardeşlik ve hasretle beklendiği haberlerini almıştı habercisi aracılığıyla.
Yerliler sayıca ispanyollardan çok üstündü; ancak İspanyolların da yerlilerden farklı olarak atları, çelik kılıçları, kesici silahları ve tüfekleri vardı. Yerliler, atları ve bütün bu silahları tanımadıkları gibi; bunlara karşı taş, bronz ya da tahtadan silahlarla ve yorganımsı zırhlarla mücadele ediyorlardı. Silah ve donanım bakımından bir eşitsizlik vardı.
Fakat bana öyle geliyor ki asıl eşitsizlik sayıda ya da silahta değildi. Çünkü sayı yeterli olsa idi 168 adamı 80.000 adam, topu tüfeği de olsa, tükürüğüyle bile boğabilirdi. Ama, anlaşılan, asıl ahlâken bir eşitsizlik vardı Atahualpa ile Pizzaro arasında. Ya da yerliler ile İspanyollar arasında, ne derseniz deyin artık. “Âlemi nasıl bilirsiniz/Kendim gibi” lafı ne güzel anlatır bunu. Atahualpa, Pizzaro’nun sözüne güvenmiş, “bir dost ve kardeş olarak karşılanacağı”na inanarak gelmiştir alana. Çünkü Atahualpa verilen/söylenen bir sözün tutulduğu bir kültürden gelmektedir. Onun kültüründe “seni bir dost ve kardeş olarak hasretle bekliyorum”demek ve sonra sırtından hançerlemek yoktur anlaşılan. Olsaydı, en ufacık bir kuşkusu olsaydı, henüz iki savaş atlatmış bir imparator olarak, birtakım önlemler alırdı. Başka türlü olamazdı. Öte yandan, Pizzaro başka türlü bir kültürden gelmektedir. Bir yandan dostluk kardeşlik ve hasretle beklediği haberleri gönderirken; öte yanda sinsi planlar yapmakta, silahlı adamlarını Atahualpa’nın geleceği alanın dört bir yanına saklamakta sakınca görmeyen; bütün bunları planlayabilen/düşünebilen bir kültürden. Nitekim Atahualpa geldiğinde aniden saldırı emri vererek, bunu hiç beklemeyen, dostane bir görüşmeye gelmiş olan İnkaların canına okumuş ve Atahualpa’yı esir almıştır. “Güneş Tanrısı”nın esir alındığını gören İnkalar paniğe kapılarak darmadağın olmuş ve Pizzaro’nun 168 atlısı onların 7000 kadarını tavuk boğazlar gibi boğazlamışlardır.
İnsan tanımadığı şeyler karşısında çaresiz bir varlıktır. Atı tanımıyorsanız, atla yapılabileceklere karşı savunmasız kalırsınız; silahı tanımıyorsanız silahla. Alçaklığı tanımıyorsanız sizi alçaklıktan ne koruyabilir? Atahualpa ve adamlarını Pizzaro’dan ne koruyabilirdi?
Kötü değilseniz, kötülüğü tanımanız zordur. Yaşla başla filan da ilgili değildir uzun boylu. Deneyimle biraz biraz tanırsınız, çok değil. Alçak değilseniz alçaklığı tanıyamazsınız. Yalan söylemiyorsanız yalanı yemeniz işten bile değildir. Dikkat edin, sosyopatları, yalancıları, üçkağıtçıları en önce kendi türünden olanlar tespit eder dank diye. Hacı hacıyı mekkede... diye giden bir deyiş vardır. Yahut her kuş kendi cinsiyle uçar diye daha ince bir ifade kullanmak da mümkündür.
Tersinden de okunabilir elbet. Hayatınızı bir kıç yalayıcı olarak geçirdi iseniz, insanların onurunu savunmasını, onuru için kimi şeyleri elinin tersiyle itmesini anlayabilir misiniz? Ya pire için yorgan yakmasını! Bir idare-i maslahatçı, ilkeli bir duruşu; duruma manzara koymayı kavrayabilir mi? Kariyerinizi üstlerinizin çantasını taşıyarak yaptıysanız, onları hiç çekincesiz eleştirebilen biri size inanılmaz gelmez mi?
Sözün kısası; tanımadığınız şeyi anlamanız zordur. Zordur yani!

19 Ekim, 2010

NE YAPMALI? - Arundhati Roy

“Solun dili daha kolaylıkla ulaşılabilir olmalı, daha fazla sayıda insana ulaşmalı. Şunu kabul etmeliyiz ki, eğer insanlara ulaşamıyorsak, bu bizim hatamızdan kaynaklanmaktadır. Fox News’un her başarısı, bizim adımıza başarısızlıktır. Bununla ilgili olarak sızlanmak yetmez. Bu sorunu aşmak için mutlaka bir şeyler yapmalıyız. Sıradan insanlara ulaşın. Egemen propagandanın boyunduruğunu kırın. Düşünsel temelde saf olmak ve kendi haklılığını bilmek, yeterli değil.”

“Ancak gerçekte en sonunda bu hikayeyi bilmeyen birine onu nasıl anlattığınızla ilgilidir. Ve bu bir yazar olarak benim büyük zevk alarak yaptığım bir şey. Öyküyü sıradan insanların anlayabilecekleri biçimde anlatmak, geleceğimizi, konuları bizlerden zorla kaçırıp ya da ele geçirip, bunları kendi inlerine götürmek ve burada bu konuları yetkisi olmayanların bakışlarından ya da oradan gelip geçenlerin merakından ya da kavrayışından korumak isteyen uzmanlardan, akademisyenlerden, iktisatçılardan ve başka insanlardan geri almaktır. Onlar kendi profesyonel konumlarını şöyle oluşturuyorlar: “Ben senin anlayamayacağın bir şeyin uzmanıyım. Benim uzmanlığım senin için çok önemli, bu nedenle bırak da kararları ben vereyim.”

18 Ekim, 2010

BANA KENDİNİ DÖVDÜRTME USTAM! - Ahmet İnam

Can ustam, büyüğüm,
Gecikmemi hoşgör. Habersiz gidişimi de. Canıma tak etmişti. Yıllarca yanında çalıştım. Bana işimi öğrettin. Nasıl yazı yazılacağını. Eski ustaları. Yazmanın anlamını.Kendini anlatabilmenin gücünü. Dilimi senden öğrendim.
Yazılarını nasıl büyük heyecan fırtınalarıyla okurdum! Sen yazma serüveninde ulaşmaya çalışacağım sonsuzluktun. Saygı duydum sana. Tapındım. Bana bilgiler verdin. Sağol. Eleştirdin. Düzelttin. Öğrettin. Şu kitabı da oku! Okudum. Şunu yaz! Yazdım.! Şu dili öğren. Öğrendim. Beni hep zora koştun: “İyi bir usta, çırağını zorlayandır” derdin! Sıkandır. Beni sıktın!
İyi de, benim yüzüme hiç dikkatle bakmadın Usta! Ben kimim, ne duyarım ne düşünürüm? Hiç merak etmedin. Bendi kendin sandın Usta! Dünyayı senin gözünle bakayım istedin! Buna ne hakkın vardı usta? Bana verdiğin bunca malumatın, tekniğin karşılığı kölen olmamı istiyorsun. “Çırağım ikinci kendimdir” diyorsun.
Neden senin istediğin gibi yazayım ki? Hayran olduğum, öykündüğüm sen, uzağımdaki sendi. Oysa sen, benim dünyamı kuşatmak, varlığımı eritmek peşindesin. Senin “ikinci” bedenin olarak ölümünden sonra, bu dünyada yaşamamı istiyorsun.
Usta! Tiksiniyorum senden. Küçülüyorsun gözümde. Sen benden korkuyorsun. Benim farklılığımdan. Bilginle, deneyiminle bu farklılığımı yok etmek istiyorsun. Egemenlik kurmaya uğraşıyorsun dünyamda. Yüreğimi, beynimi ellerinde tutmak istiyorsun. Kendimi sana yedirmim Usta! İhtiyar, bencil kurt avın olmam senin. Bana göstermediğin saygıyı, benden bekleme. Ben kimim Usta? Kendini anlatmaktan, kanıtlamaya çalışmaktan, beni anlamaya vaktin olmadı. Beni hiç merak etmedin Usta! Çırağını merak etmeyen, onun kaygılarını, kendi iç dünyasını anlamayan, çırağından öğrenmeyen usta olur mu? Bana ikide bir Sokrates’i örnek veriyorsun! Sen Sokrates değilsin, ben de Platon değilim.
Verdiğin ödevleri artık yapmıyormuşum. Yakınmışsın dostlarına. Neden yapayım ki! Sen yazmayı iyiden iyiye cambazlığa çevirdin. Bana “teknikler”den söz etme. İğreniyorum senin virtüözlüğünden. Anamın dilini tekniğin diline çevirdin. “Böyle denmez, şöyle denir!” diyorsun. Nereden biliyorsun ki! Sen öyle yaz. Senin ustalığın seni kurutmuş usta! Gitmişsin sen. Yazmayı “otomatiğe” bağlamışsın. Bir bakışta anlarmışsın, acemiyi, yeteneksizi, beceriksizi.
Ben acemi kalmak istiyorum usta. Gölge etme! Ustalığın verdiği ivmeyle yazmak istemiyorum. Yapaylık var yazdıklarında. Sen yoksun Usta. Sen bilgin ve tekniğinle, kendini öldürmüşsün. İntihar etmişsin de haberin yok. Hiçsin sen Usta! Tekniğinle yazdığın nedir? Nedir içeriğin? İçini boşaltmışsın! Bomboşsun Usta. Böyle kendi kendini yok eden ustalık mı olur?
Bendeki ateş sende yok. Ben içimdeki ateşi yazacağım Usta. Patlamalarımı! Ama acemice, ama dümdüz. Sihirbazlığı sevmiyorum ki! Penin papyonunu, keçi sakalını, gözlüklerini. Dudaklarındaki alaycı gülümsemeyi. Ağlaman gerekirken, gülüp duruyorsun. Kimi küçümsüyorsun ki! Benim denizlerimi, adalarımı, derinliklerimi mi? Kendine gel Usta! Bana kendini dövdürtme!
Şimdi mektubumu kırmız kaleminle düzelteceksin! Cümlelerimle oynayacaksın! Oynatmam. Nasılsam, öyle yazıyorum. Ben yazımım. Kimsem öyle yazıyorum. Senin kurallarına göre değil. Yazar yokmuş, yazı varmış! Yani sen varsın! Sen kendini “yazı” mı sanıyorsun? Kimin yazısısın sen Usta! Yazarken kendimi unutacakmışım! Peki kimi hatırlayacağım? Benim gibi bir çırağı kolay kolay bulamazsın Usta. Kaçıyorum. Seni yalnızlığınla, kurumuş içinle bırakıyorum. Düşün biraz. İsyanımı anla! Farkında olmadan intihar etmiştin. Yüreğin varsa farkında olarak intihar edersin. Tam zamanıdır Usta!
Bana kendimi kazandırdın istemeyerek. Ölürsen, hakkında övgüler yazacağım Usta!

16 Ekim, 2010

BÜTÜN BUNLARI BİLMEK İSTEDİĞİMİ NEREDEN ÇIKARIYORSUN?

Bir İngiliz filmi seyretmiştim: Filmde iki erkek - BBC'de yapımcı/yönetmen filan bunlar - konuşuyorlar. Biri diğerine karısıyla olan sorunlarını, çocuk yapmak istediklerini, başvurdukları yolları, yaşadıkları çatışmaları ayrıntılarıyla anlatıp duruyor. Öteki, bir süre sonra, "Bütün bunları bilmek istediğimi nereden çıkartıyorsun?" diye soruyor. Arkadaşı şaşırıyor "Bilmem, ne var ki, anlatıyorum işte"diyor. "Ama" diyor öteki, "ben bilmek istemiyorum!"

Geçenlerde uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşıma gittim. Daha da uzun zamandır görüşmediğim üç başka arkadaşımız da oradaydılar. Biz laflarken, aldı sazı arkadaşın ablası, o gün ziyaretlerine gelen bir kadının yaşadığı trajedileri anlattı uzun uzun. Çok üzücüydü, ruh büzüştürücüydü anlatılanlar. Bilmemizin ne bize, ne o kadına, ne anlatana bir faydası yoktu ama bize zararı vardı. Kararıp kalmıştık bir anda. Sonra kızkardeşi başladı; hiç tanımadığımız bir arkadaşının evliliğini, eşiyle olan sorunlarını, görümcesini (valla şaka etmiyorum), görümcesinin hastalığını ve daha bir sürü şeyi anlatmaya başladı. Biz birbirimizi gördük diye sevinmişken, herkese bir karamsarlıktır çöktü. Şöyle bir silkindim, sahi "bütün bunları bilmek istediğimizi" nereden çıkarıyorlardı? Bu kadar açıklıkla değilse de, söyledim. "Aman boşverin, kırk yılın başı bir araya gelmişiz, şimdi bunları konuşup içimiz karartmayalım; yok mu neşeli şeyler anlatacak biri" diyerek, toparladım durumu. 

Facebook'ta bir kadın arkadaş ekledi beni. Kabul ettim. Makul biri gibi görünüyordu. Arada birbirimizin yazdıklarına yorum yazıyor, arada hatır soruyorduk. Başka da bir şey de bilmiyordum hakkında. Gerek de yoktu. Günün birinde mesajlar almaya başladım bu arkadaştan. Başka birileriyle facebook'ta yaşadığı anlaşmazlığı, arkadaşlıklarının tarihini, bilmem neyin bilmem neyini anlatıyordu. Nazikçe ilgisiz davranmamın hiç bir faydası olmadı. Sonunda daha az nazik bir üslupla, sorunlarını çözmesini umduğumu, bu gibi şeylere kafayı takmamak gerektiğini, meselenin beni ilgilendirmediğini söyledim ama şunu söyleyemedim: "Bütün bunları bilmek istediğimi nereden çıkartıyorsunuz?"

Şimdi bu söylediklerimden benim bencil, taş kalpli, kimsenin derdiyle ilgilenmek istemeyen biri olduğum sonucu çıkaracaksınız. Yapmayın. Hakikaten değilim. Tamam, biliyorum "dertler paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır." Âmenna! Arkadaşlarımın, dostlarımın, yakınlarımın dertlerini dinlemeye de itirazım olmamıştır asla, sevinçlerini paylaşmaya da. Ben de dert yanarım onlara. Bunu yük gibi görmem, onların da görmediklerini umarım. Lâzımdır. Ama bazı insanlar karşılaştığınız andan itibaren, bildikleri, sizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen; üstelik hiç bir şekilde etki edemeyeceğiniz ama canınızı sıkacak, moralinizi bozacak ne kadar hikâye varsa, anlatmaya başlıyorlar. Anlattıkça hem kendileri kararıyor hem de sizi de karartıyorlar. Zamanımız lüzumsuz hikâyeleri tekrarlayarak harcanacak kadar çok mu sahi? Ne diyor şair: 

Ama dışarda geçilecek 
Bir köprü elinden tutulacak
Bir çocuk tutup sallanacak
Bir erik dalı - Bir erik dalı
Ama dışarda- Ben anlatamam
....
Ama dışarda yağmur var
Bir yaz sonu sıcağına karşı
Ama dışarda toprak serin
-Taze bulgur pilavı kokulu-

Ama dışarda - Ben anlatamam -
Tutabilseniz bir dönemezsiniz

Dışarda bütün bunlar varken, niye aynı üzücü, iç karartıcı, kimseye bir yararı olmayan hikâyeleri tekrarlamalı? Güzel bir film görmek; iyi bir kitap okumak; yakışıklı bir adama/güzel bir kadına, hatta sadece bir adama/kadına bakmak; gündoğumunu, günbatımını, bulutları, kuşları, börtü ve böcekleri seyretmek... varken, niye? Galiba biraz da alışkanlıktan. Başka türlüsünü denemiyoruz çünkü; yakınmayı, üzünçlü şeylerden söz etmeyi bir huy gibi sürdürüyoruz.

Halbuki, bunu çok yineliyorum, bu gezegende yaşayan çok şanslı bir azınlığın arasında yer alıyoruz bizler: Çoğumuzun birer işi, az-çok düzenli bir geliri var. Başımızı sokacak bir yerimiz var. Yarın ne yiyeceğimizi biliyoruz. İçecek temiz suyumuz, banyo yapma imkânımız var. Ne o? Şaşırdınız mı? Dünyada yaşayan nüfusun egemen çoğunluğu bunlardan yoksun yaşıyor. Neresinden baksak, en az yakınması gerekenler arasındayız.

Yani durumumuz/durumunuz hiç kötü değil. Üstelik, hakikaten, "Bütün bunları bilmek istediğimi de nereden çıkarıyorsunuz?"

15 Ekim, 2010

YOKSULLAR NİYE ÇOK ÇOCUK YAPAR?

Biyolojide bir kural vardır: Yaşama koşulları kötüleştikçe, organizmalar daha çok üreme eğilimi gösterirler. Örneğin çiçekli bitkilere ne kadar az su verirseniz, o kadar çok çiçek açar. Ne kadar bol su verirseniz o kadar çok büyür, dallanır, budaklanır. Bunun nedeni şudur: Az su verdiğiniz bitki, susuzluktan ölmeden önce çiçek açmak suretiyle soyunun devamını garantiye alır. Elbette, dalını tepesine dayayıp düşünerek yapmaz bunu! DNA'sında, herhalde, kodlanmış bir şeydir bu.

Jeolojik devirler boyunca, yeryüzünde pek çok "felaket" olmuştur; milyonlarca yıl süren volkan patlamaları, devasa meteor çarpmaları, on milyonlarca yıl süren kuraklık yahut buzul dönemleri vb.  Bu gibi olaylar sonucunda, bazen dünyada var olan canlıların neredeyse tümü yok olmuş; yeryüzünde yaşayan bütün organizmalar yok olmanın eşiğine gelmiştir; bazen de bazı canlı grupları ortadan kalkmıştır. Ancak bu tür "kriz" dönemleri aşıldıktan ve ortam canlılar için az çok uygun hale geldikten sonra, daima ortak bir şablon görülür: Çok çeşitli ve yeni canlı grupları ortaya çıkar. Sanki "can havliyle" hayata tutunmaya çalışır gibidir "canlılık" Koşullar iyileştiğinde ise, cins çeşitliliği azalır ve ortama en iyi uyum sağlayan türler serpilip gelişirler. Jeoloji tarihi bunun kayıtlarıyla doludur. İnanmazsanız, tortul kayaları kazıp (!) burdan geriye doğru bakın! :))

Üniversitenin ikinci sınıfında, paleontoloji dersinde bu ilkeyi öğreneli beri, "yoksullar neden çok çocuk yapıyor" diye çemkirenlere acaip kızar oldum. Çok çocuk yapıyorlar çünkü, içgüdüsel olarak, soylarını sürdürmek istiyorlar bütün canlılar gibi ve o koşullarda çocuklarının ancak bir kısmının hayatta kalabileceğini biliyorlar. Açlık yüzünden, hastalıklar yüzünden, kazalar yüzünden, yüzünden oğlu yüzünden o çocukların bir kısmı, daha kendileri üreyemeden öleceklerdir çünkü. Soyu sürdürmeyi garanti altına almanın tek yolu çok üremektir. Bir-ikisi olsun hayatta kalsın diye çok ürer zor koşullarda yaşayan organizmalar, insan dahil. Bu içgüdeseldir.

Tabii tuzunuz kuruysa, çocuğunuzu el bebek-gül bebek büyütecek, her türlü tıbbi bakımı temin edecek koşullara sahip iseniz, az üreme lüksünüz vardır; bunu tıpkı yoksullar gibi içgüdüsel olarak siz de "bilirsiniz". Ama sorun şudur: Bunu bildiğinizi bilmez; kendinizi doğanın ve hayvanların üstünde ve ötesinde, bir eşref varlık olarak algıladığınız için; bilincinizi her şey sandığınız, içgüdülerinize, doğal eğilimlerinize, DNA'nızda yazanlara egemen olduğunuz gibi bir yanılgı içinde olduğunuz için, yoksullara kızarsınız: Niye bu kadar çok çocuk yapıyorlar diye.

Kızmayınız! Hepimiz üreme içgüdüsünün elinde oyuncağız! Bunu bilsek de öyle, bilmesek de! Ama bilmenin faydaları saymakla tükenmez tabii... ürememe "özgürlüğünü" kendinize tanımanız dahil!..

13 Ekim, 2010

KOLTUĞUN KENARINA DAYANARAK DÜŞÜNMEK

Cem Yılmaz daha yeni yeni ünleniyordu. Televizyonda bir söyleşi yapmışlardı kendisiyle. İnsanların, söylediği kimi şeyler için, kendisine "Bunu neye dayanarak söylüyorsun?" dediklerini anlattı.  "Koltuğun kenarına dayanarak söylüyorum" diye devam etti.Geyik olsun diye söylediklerine kanıt sorulmasıyla dalga geçiyordu; bayılmıştım.

Güzel yurdumun insanı , okumuşlarının çoğu dahil, "koltuğun kenarına dayanarak" konuşuyor! Ben, naçizane, buna "elini çenesine dayayıp, uzun uzun ve derin derin düşünmek" diyorum. Böyle "koltuğun kenarına dayanıp, elini çenesine dayayarak uzun uzun ve derin derin düşünmek" suretiyle her şeyi anlayabileceğini, kavrayabileceğini, her konuda fikir beyan edebileceğini sanan bir büyük çoğunluk var. 

Ben paleontologum, bilenler bilir. İnsanlarla karşılaşıyorum. Yahut mesleğimi bilenler özellikle birileriyle tanıştırıyorlar beni. Evrim mevzuu konuşuluyor. Ve neredeyse şaşmaz bir biçimde biri başlıyor: "Evrim teorisi (ki teori olmaktan çıkalı çok oluyor, malum!) bir safsata. Geçiş formları yok. Nerede geçiş formları?" Ben de diyorum ki "Ama nasıl olur, ben geçiş formlarını bizzat kendim, mikroskopta gördüm." Çünkü benim uzman olduğum foraminifer grubu mikroskobik hayvanlardır ve hakikaten araziden toplamış, laboratuarda ayıklamış, mikroskopta incelemiş olduğum fosiller arasında geçiş formlarını gözlerimle görmüşümdür; pek çok başka fosil grubunu çalışan başka meslektaşlarım gibi. Üstelik doğa tarihi müzeleri de onların fosilleriyle doludur. Ama asıl mesele onların ne dediklerini bilmiyor olmalarıdır tabii. Bu konuda doğru düzgün hiç bir şey okumamışlardır. Kulaktan dolma bilgileriyle, hüsnükuruntularını harmanlayıp önüme sürmektedirler. Bir doktor, bir hukukçu, bir gazeteci, bir manav, bir çöpçü, bir mühendis ve bir ev kadını da size kolaylıkla kendi uzmanlık alanıyla ilgili benzer hikayeler anlatabilir. Hiç şüphe etmiyorum.
Bir konuda, herhangi bir konuda, "fikir sahibi olabilmek için, önce bilgi sahibi olmak" gerekiyor. Evrim konusu sadece bir örnek; benim yakından bildiğim, sıkça yaşadığım bir örnek. Ama bu "koltuğun kenarına dayanarak konuşma" ve "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma" tutumu moral bozacak ölçüde yaygın.

İyi de, diyeceksiniz, eğitim sisteminin bu halde olduğu; bir kitabın ortalama 2000 tane basıldığı ve onların da satılamadığı; okumuşu dahil, herkes cahil kalsın diye bunca "önlemin" alındığı bir ülkede ne bekliyorsun başka? Ne bileyim. Belki şunu: Hani Ahmet İnam hoca diyor ya; " Dünya zalimlerin dünyası ise, biz mazlumların yoksulluğumuzu gidermekteki tembelliğimizdendir" diye. Bizim hiç mi suçumuz yok diye düşünüyorum elimde olmadan. Koşullar böyleyse, bizim onları kayıtsız şartsız kabul etmemiz ve koltuğa yayılıp kenarına dayanarak mı konuşmamız gerekir habire? Ne dersiniz?