Açık konuşalım, yazarlar egoisttir. Tüm sanatçılar öyledir. Diğerkâm olsalar işlerini yapamazlar. Yazarlar, Yazar Hayatının Yalnızlığı üzerine sızım sızım sızlanıp kendilerini ses geçirmez odalara kapamaya ya da daha iyi sızıldanmak için barlara takılmaya bayılırlar. Ancak yazmanın büyük bölümü yalnızken yapılsa da, inanıyorum ki aslında tüm sanatlar gibi o da bir izler kitlesi için yapılır. Yani, bir izler kitlesiyle birlikte yapılır. Tüm sanatlar gösteri sanatıdır; yalnızca bazıları bu konuda daha sinsidir.
Sizden çok rica ediyorum, lütfen söylemediklerime çok dikkat edin. Yazarken izler kitlesini düşünmeniz gerekir demiyorum. Yazarın yazarken –elinde tabanca varmış gibi – zihninde sürekli “Bunu kim okuyacak? Kim alacak? Kimi hedefliyorum?” sorularını taşıması gerektiğini söylemiyorum. Hayır.
Bir yapıtı tasarlarken, bir yazar okurları düşünebilir, genellikle de düşünmek zorundadır; örneğin çocuklar için bir öykü yazıyorsanız okurunuzun beş yaşında mı on yaşında mı olacağını bilmeniz gerekir. Yazdığınızın kim tarafından okunacağının değerlendirilmesi, onu tasarlarken, üzerinde düşünürken, sonuca ulaştırırken, imgeleri çağırırken uygun, hatta bazın tümüyle yararlıdır. Ancak yazmaya başladıktan sonra yazı dışında bir şey düşünmek ölümcüldür. Gerçek iş, yapma aşkına yapılır. Bununla sonradan ne yapılacağı başka bir iştir. Öykü, yaratı pınarlarından, sırf var olma arzusundan doğar; kendi kendini anlatır; kendi kanalını açar, kendi sözcüklerini bulur; yazarın görevi onun aracılığını yapmaktır. Bir hocanın editörün, medyanın, eleştirmenin ya da Alice’nin onun hakkında ne düşüneceği, yazarın kafasından geçen Salı kahvaltıda ne yediği sorusu kadar uzak olmalıdır yazarken. Daha bile uzak. Kahvaltının öyküye bir yararı olabilir.
Öykü bir kez yazıldığında ise, yazar o tanrısal yalnızlığını terk etmeli, her şeyin bir gösteri olduğunu, mümkünse iyi bir gösteri olması gerektiğini kabul etmelidir.
Ben, yani yazar, yapıtımı yeniden okuduğumda ve onu gözden geçirmeye, yeniden biçimlendirmeye, düzeltmeye oturduğumda okurumun farkında olmam, onunla işbirliğine girmem uygun ve sanırım gereklidir. Hatta sırf iman gücüyle onların, o bilinmeyen, belki de doğmamış kişilerin, sevgili okurlarımın gerçekten var olacaklarını iddia etmem gerekir. Yaratıcı anın kör, güzel kibirinin incelmesi, kendini fark etmesi, açık görüşlü bir hale gelmesi gerekir. Sorular sormalıdır, mesela: Bu gerçekten benim söylediğimi sandığım şeyi söylüyor mu? Söylediğimi sandığım her şeyi söylüyor mu? İşte bu aşamada kendimin, yazarın okurlarla olan ilişkisinin doğasını, yapıtımda sergilenen haliyle sorgulamam gerekebilir. Okurlarımı itip kakıyor, yönlendiriyor, onlara üstünlük taslayıp gösteriş mi yapıyorum? Onları cezalandırıyor muyum? Birikmiş ruhsal zehirlerim için onları çöp tenekesi olarak mı kullanıyorum? Ya söylediklerime inanırsınız kahrolasıcalar, ya da görürsünüz gününüzü mü diyorum? Onlarla körebe mi oynuyorum, peki bundan hoşlanacaklar mı? Onları korkutuyor muyum, peki amacım bu muydu? Onlara ilginç gelecek miyim, yanıt olumsuzsa ilginç gelmeye çalışmam gerekmez mi? Onları eğlendiriyor, onlarla şakalaşıyor, cezp etmeye mi çalışıyorum? Oynaşıyor muyum? İpnotize mi ediyorum? Onları benimle birlikte çalışmak üzere yapıtıma davet ediyor muyum, kışkırtıyor muyum, çekiyor muyum – benim tasavvurumu tamamlayan kişi olmaya, okur olmaya, Okur olmaya çağırıyor muyum onları?
Çünkü yazar tek başına yapamaz bunu. Okunmayan öykü öykü değildir; kağıt hamuru üzerine düşmüş küçük kara işaretlerdir yalnızca. Okur okuduğu zaman canlandırır onu: yaşayan bir şey, bir öykü kılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder