10 Kasım, 2010

BANA "AKRABANI" SÖYLE, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’ında, Robert M. Pirsig, psikosomatik birtakım karın ağrıları çeken oğlu hakkında, birlikte seyahat ettiği çiftle konuşmaktadır. Oğlunu psikiyatriste götürmesini öneren arkadaşlarına, bunu istediğini; bunun için uğraştığını ama yapamadığını anlatır. Nedenini de şöyle açıklar: “Nedenini bilmiyorum… çünkü… bilmiyorum… onlar ‘akraba’ değiller” Ağzımdan çıkan sözcüğe şaşırıyorum. Demek istediğim akrabalık değil. Pek güzel durmuyor… ‘sevecen’ değil…  benzeri,  ‘sevecenlik’ de değil… Onlar Chris’e gerçek gerçek anlamda sevecen olamazlar, onun ‘akrabası’ değiller çünkü… Duygularım açıkça böyle…
Ursula le Guin ise Hep Yuvaya Dönmek’te üç türlü akrabalık ilişkisi tanımlar: Kan yoluyla, evlilik yoluyla ve edinmek yoluyla akraba olduklarımız. (Gördüğünüz gibi yeteneği kıt “yazar”ınız ekmeğini taştan, yazılarının konularını okuduğu ikibuçuk kitaptan çıkarmaktadır. Ama kabul ediniz ki Zen ve Motosiklet bakım Sanatı şahane bir kitap, le Guin de şahane bir yazardır, öyle değil mi?).
Bana öyle geliyor ki kan yoluyla ve evlilik yoluyla akraba olduklarımızı bir yana bırakırsak; edinilmiş akrabalar çok önemlidir insan hayatında. Edinilmiş akrabalarımızı, çünkü, bile isteye, taammüden seçmişizdir. Mecbur değilizdir o “akrabalığa”, istemesek olmayız; ama isteriz ve öyleyizdir. Şahanedir.
Edinilmiş akrabaları olmayan bir hayatı/kişiyi, çok önemli bişeylerden yoksun sayarım ve bu yoldan akraba edinememeyi de önemli bir eksiklik… Kendimi de,  şanslı sayarım doğrusu; edinilmiş bir sürü akrabam var. Kimiyle tanışırız, dostlarımdır ve akraba oluşumuz ışıtır hepimizin hayatlarını. Kimiyle,  tanımayız pek birbirimizi ama birbirimizin varlığından haberdarızdır az çok ve bunu bilmek, herhalde, güç verir bize en azından.  Kimini ben tanırım, ama onlar beni tanımaz. Onların kitaplarını okurken, müziklerini dinler, boyadıklarına, çizdiklerine, yaptıklarına bakarken; derinden hissederim; akrabayızdır.
Mesela, kebapçıda bir garson kız var; onunla akrabayız. Birbirimize gözlerimizin içi gülerek baktığımızda; ihtimal ikimiz de hissederiz bunu… İşini öyle güzel, öyle severek yapar; kendine ve insanlara sevgisi ve saygısı öyle belirgin ama öyle doğal ve kendiliğindendir ki, ona karşı başka türlü hissedemezsiniz.
Sonra mesela bir adam var: Gurbet ellerde, çok güç koşullarda hayat kavgası vermekte kendisi ve çocukları için ve derdi başından aşkın, aslına bakarsanız. Ama işte bu adam, tesadüfen karşılaştığı, itin birini sevgili edinmiş, sonra da bu itin şiddetine maruz kalmış Rus kızla ilgilenmeyi; onun başına gelenlerin hesabını sormayı hatta, boynunun borcu addeder. İşte o adamla akrabayız.
Sonra İsviçreli bir adam var, yetmişine merdiven dayamış: Dünyaca ünlü, “baba” bir paleontologdur; yazdığı kitaplar ve makaleler neredeyse bir kütüphaneyi doldurur filan. Zengin, soylu bir aileden gelir ve bu adamın hayattaki en büyük dertlerinden biri şudur: Yoksul ülkelerin bu işlere bulaşmış genç araştırmacılarına ne yapıp etmeli de, bir ufuk açmalı, daha çok bilgi edinmelerini, daha geniş bir bakış açısı kazanmalarını sağlamalı? Bunun için kâh birini-ikisini evinde yatırıp yedirmecesine,  laboratuarlarında çalışmaya davet eder;  kâh kendi gibi bir sürü “baba” hocayı da toparlayıp, kurslar düzenler, yirmisine otuzuna birden. Hoca’yla akrabayız.
Aman be,  ne diye uzatıyorum ki lafı?.. Nasılsa anlamışsınızdır. Daha bir sürü var; saymaya ne gerek? Hem de hepimizin hayatında var. Ve asıl meramım odur ki; edinilmiş akrabalar önemlidir.
Edinilmiş akrabaların varlığı, içimizdeki çok derin ve arkaik bir boşluğun dolması için de şarttır galiba: Hani şu avcı/toplayıcı olan; çok zor koşullarda, çok uzun zaman yaşamak zorunda kalmış atalarımız var ya! İşte onlar, küçük kabileler halinde yaşamışlar bütün o dönemi. Sayıları,  100’ü, bilemediniz 150’yi geçmeyen –rivayetler muhtelif, bazıları 80’i pek geçmezdi bile diyor - bireyden oluşan küçük topluluklar halinde. Ve uzak atalarımız öyle korkmuşlar ki; iklim değişip de, ormanları terk etmek, düzlüklere çıkmak zorunda kaldıklarında; ödleri kopmuş. Çünkü bunu yaparken “düzlükte yaşayan ve kendilerini bura koşullarına uydurmuş olan öteki hayvanlarla çatışmayı da göze almışlar” (Çıplak Maymun, Desmond Morris, Sander Yayınları, 1980). Bu çatışmalarda sağ kalabilmek için “akrabalarıyla” birlikte hareket etmek, dayanışmak, herhalde elzem olmuştur. Öyle değil mi?
Bu ortak geçmişin, aynı zamanda, insandaki “öteki” yaratma ihtiyacının da kaynağı olduğu kabul edilir, yaygın olarak. Ve denir ki “Homo sapiens  bilgisini ne kadar çoğaltmış olursa olsun, yine de çıplak maymun olarak kalmış; davranışlarını ne kadar soylu nedenlere dayarsa dayasın, yine de ilk baştaki o soylu olmayan güdülerden vazgeçmemiştir. Bunlardan biraz utanç duyduğunu biliyoruz ama baştaki içgüdülerinin milyonlarca yıldan beri onu etkilediğini, yenilerinin ise sadece birkaç bin yıllık bir geçmişe dayandığını da unutmamalıyız. Bu yüzden, bütün gelişimi boyunca biriktirmiş olduğu genetik mirası bir omuz silkmekle, sırtından atabilmesi kolay değildir” (Age)
Öyle olduğu için de, galiba, kendi küçük topluluğunu kurmak (akrabalar edinmek!); insan doğasına tümden aykırı, büyük kalabalıklarda yapayalnız olduğumuz bu modern zamanlarda, karşı konulmaz bir ihtiyaç haline gelmektedir. Size de öyle gelmiyor mu?
         Ve belki de, diyelim, akrabamız olduğu hissine/vehmine kapıldığımız, akraba edinmek isteyeceğimiz biriyle/birileriyle, hiç beklemediğimiz türden deneyimler yaşadığımızda; kalbimizin kırılmasının nedeni budur… Kendimizi düzlüklerde yapayalnız ve “çoktandır orada yaşayan ve oraya uyum sağlamışların” arasında, savunmasız ve yapayalnız hissetmekteyizdir.. farkına varmaksızın. Kimbilir… 

Hiç yorum yok: