“İnsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir. Unutmak ruhun bayılmasıdır. Hatırlamanın, unutmamakla hiçbir ilgisi yoktur. Tanrı ve dünya Brachiosaurus’u unuttu. Yüz elli milyon yıl boyunca yeryüzünün hatta muhtemelen kozmosun belleğinden silindi, ta ki Profesör Janensch Tendaguru’da onun birkaç kemiğini buluncaya dek. Bundan sonra onu hatırlamaya başladık, yani onu yeniden icat ettik, küçük beynini, beslenmesini, alışkanlıklarını, onunla yanı çağda yaşayanları, türüne özgü uzun ömrünü ve ölümünü. Şimdi o yeniden var ve her çocuk onu tanıyor.”
...
“Dinozorların soyunun tükenmesi, kırk elli yıl önce gazetecilerin ve her yaş grubundan gazete okurlarının, hatta çocukların en sevdiği konulardandı. O zamanlar, hiç kimsenin dinozorların yaşamıyla değil de sadece ölümüyle ilgilenmesini tuhaf buluyordum. Hiç kimse bu devlerin nasıl olup da yüz milyon yıl ya da daha uzun süre hayatta kalabildiklerini sormuyordu, oysa benim için asıl bilmece buydu. Sanki yeryüzünde bu kadar uzun bir süre yaşayan bir şeyin günün birinde ortadan kaybolması normalmiş gibi. Muhtemelen insanları dinozorların ölümüne mantıklı, bir defalık, hiçbir surette tekrarlanmayacak, kendileri için söz konusu olamayacak bir şey bulmaya zorlayan, tam da bu sezgiydi. Çünkü insanlar aslında sürekli olarak kendilerinin, kâh atom bombasıyla, kâh yeni türden hastalıklarla, sonra erimeye başlayan kutuplar yüzünden yok olacaklarından korkmakla meşguldüler; sanki kendi ölümleri ve hayatta kalmaları buna bağlıymış gibi insanlığın yok oluşundan müthiş korkuyorlardı. Kendi kendilerine tekinsiz gelmeye başlamışlardı. Türlerinin ölçüsüzce yiyen ve ölçüsüzce hazmeden bir canavara dönüşmesini korku içinde seyrediyorlardı ve bu canavarın çatlamasını ya da başka bir biçimde kendi kendine yok olmasını bekliyor gibiydiler; ya da bir mucizenin gerçekleşmesini. Bu ölçüsüzlükte, açıkça dinozorlarla akraba olduklarını hissediyorlar ve bu yüzden dinozorların yazgısını, kendilerini bekleyen tehlike için bir mesel olarak görüyorlardı. En çok da, dinozorların ölümünden bir meteorun sorumlu olduğuna inanmayı seviyorlardı. Belâ gökyüzünden gelmiş olmalıydı; bu arada nasıl bir felaket yaşanmış olursa olsun, kaplumbağaların bu felâketten sağ kurtulduklarını dikkate almıyorlardı.”
“Yüz yaşında mı yoksa ancak seksen yaşında mı olduğumun, “Seviyorum” dediğimiz bu duruma düşmemizle aslında neyin olup bittiğini kırk, otuz ya da altmış yıldır mı düşündüğümün hiç önemi yok. Bir elli yıl daha kafamı bununla meşgul etsem, bulup da anlayacak değilim. Aşkın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktığını bile bilmiyorum. Kimi zaman bize aylarca, hatta yıllarca pusu kurmuş bir başka varlık gibi içimize girdiğine, bizim günün birinde anılara ya da düşlere kapılmışken, özlemle gözeneklerimizi açtığımıza, sonra bu gözeneklerden içeriye girmesinin saniyeler aldığına ve derimizin altındaki her şeyle karıştığına inanıyorum.
Ya da içimizde yuvalanmış, sessizce bekleyen bir virüs gibi gidiyor içimize, ta ki günün birinde bizi hastalığa yatkın ve yeterince korumasız bulunca, iflah olmaz bir hastalık gibi çıkıveriyor ortalığa. Doğuşumuzdan itibaren, bir tutsak gibi içimizde yaşadığını da tasavvur edebilirim. Kimi zaman bizim oluşturduğumuz hapishaneden dışarı çıkıp kurtulmayı başarıyor. Onu dışarıya çıkmış bir müebbet hapis mahkûmu olarak düşündüğümde, ender özgürlük anlarından neden böyle azdığını, sanki onu bıraktığımızda neler yapabileceğini ve onun hüküm sürmesine izin vermediğimiz için hangi cezayı hak ettiğimizi göstermek istermişçesine bize neden böyle acımasızca eziyet ettiğini, bizi her türlü adanmışlığın ve hemen ardından her türlü mutsuzluğun içine soktuğunu daha iyi anlıyorum”
* Başlık benim uydurmam. -N.Ö.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder