Örneğin: İlginç bir fikir bulup bunu klişe karakterlerin canlandırdığı bir olay örgüsüne oturtmak ve duyguların yerini alması için de şiddete güvenmek ucuz bir polisiye, korku romanı ya da bilimkurgu öyküsü çıkarabilir ortaya; ama iyi bir polisiye, korku ya da bilimkurgu öyküsü çıkartmaz.
Buna karşılık güçlü duygular, güçlü karakterler tarafından canlandırılsa da, bu duygulara ilişkin fikirler etraflıca düşünülmemişse bir öyküyü götürmeye yetmezler. Eğer zihin duygularla birlikte çalışmıyorsa, duygular bir arzu tatmini (duygusal piyasa romanlarında olduğu gibi), hiddet ("anaakım" türünün çoğu örneğinde olduğu gibi) veya hormon havuzunda (pornografide olduğu gibi) çalkalınıp duracaktır.
Yeni başlayanların başarısızlığı, güçlü duygular ve fikirlerle, henüz bunları vücuda getirecek imgeleri bulamadan, hatta sözcükleri nasıl bulup bağlayacaklarını dahi bilmeden uğraşmaya çalışmaktan kaynaklanır çoğu zaman. İngilizcenin (gelin biz buna anadilinin diyelim) sözcük haznesinden veya dilbiligisinden habersiz olmak da İngilizce (gelin biz buna, örneğin, Türkçe diyelim) yazan biri için azımsanmayacak bir eksikliktir. Bunun en iyi ilacı, bence, okumaktır. İki yaşlarındayken bir dili öğrenmiş olup o gün bu gündür bu dili konuşan insanlar, belli bir haklılık payıyla, ana dillerini bildikleri inancını taşırlar ancak bildikleri konuşma dilidir; az okurlar, çöp okurlar ve fazla yazmazlarsa, yazıları yaklaşık olarak konuşmaları iki yaşındayken neyse o olacaktır. Epey bir pratik gerekecektir. İnsanın daha basit ilkelerini bile bilmediği bir aletle karmaşık müzik yapmaya çalışması sanırım yazarlığa yeni başlayanlarda yaygın görülen zaaflardan biridir.
Daha ender görülen bir başarısızlık, sözcüklerin böğürüp sıçrayarak ve bir alay toz kaldırarak koşuşturup durdukları ve toz dağıldıktan sonra aslında ağıldan dışarı hiç çıkmamış olduklarını fark ettiğimiz öykülerdir. Sözcükler hicbir yere varmamışlardır çünkü nereye gitmeleri gerektiğini bilmezler. Duygu, fikir, imge hepsi başıbozuk bir koşuşturmacaya sürüklenmişlerdir ve öykü oluşmamıştır...
Yazar - şair Boris Pasternak, şiirin kendisini "seslerle sözcüklerin anlamı arasındaki ilişkiden" yaptığını söylemiştir. "Ses"lerin içine sözdizimini, anlatının büyük hareketlerini, bağlantılarını ve biçimlerini de dahil edersek, bence düzyazı da kendini böyle var eder. Sözcüklerle bu sözcüklerin uyandırdığı imgeler, fikirler ve duygular arasında bir ilişki, bir karışılıklılık vardır: Bu ilişki ne kadar güçlüyse yapıt da o kadar güçlü olur. Sesler, ritim, cümle yapıları ve imgeler arasında tutarlı, girişik örüntüler olmaksızın anlam ya da duyguya ulaşabileceğinizi sanmak, kemikler olmaksızın da yürüyebileceğinizi sanmakla birdir.
...
Gerçekliğin ayrıcalıklı bir açıdan görülüşüne olan inanç genellikle ayrıcalıklı çevreler dışında, hatta onlar içinde bile artık geçerli olmadığından, böyle bir varsayımdan yola çıkarak yazılan krumaca yalnızca giderek azalan veya artarak gericileşen bir izler çevresi için anlam taşıyacaktır. Oysa bugün yazan pek çok kadın, erkek bakış açısından yazmayı seçmektedir hâlâ; gerçekliğin dişil deneyiminin daha baştan, eleştirmenlerin çoğu ve edebiyat profesörleri dahil birçok potansiyel okur tarafından inkâr edileceği ve savunmaya yönelik bir düşmanlık ve küçümseme yaratacağı bilgisiyle yazmaktansa bunu tercih etmektedirler. O halde göründüğü kadarıyla, danışıklı dövüşmekle altüst etmek arasında seçim yapmak gerekmektedir; bu secimi yapmaktan kaçınabilirmiş gibi davranmanın yararı yoktur. Seçim yapmamak da bugünlerde bir seçimdir. Her tür kurmacanın etki, siyasi ve toplumsal ağırlığı vardır; bazen de yazarlarının kendilerini "siyaseti aşmış", "salt eğlendirmek için" yazan kişiler olarak tanıttığı hafif ya da kaçık edebiyate görünümlü yapıtlar hepsinden ağır çeker.
(Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar'dan)
Not: Kalın ve italik kısımlar benim vurgularım; parantez içleri de bana ait - N.Ö.