22 Kasım, 2010

NASIL YAZMALI (devam) - Ursula K. le Guin

Örneğin: İlginç bir fikir bulup bunu klişe karakterlerin canlandırdığı bir olay örgüsüne oturtmak ve duyguların yerini alması için de şiddete güvenmek ucuz bir polisiye, korku romanı ya da bilimkurgu öyküsü çıkarabilir ortaya; ama iyi bir polisiye, korku ya da bilimkurgu öyküsü çıkartmaz.

Buna karşılık güçlü duygular, güçlü karakterler tarafından canlandırılsa da, bu duygulara ilişkin fikirler etraflıca düşünülmemişse bir öyküyü götürmeye yetmezler. Eğer zihin duygularla birlikte çalışmıyorsa, duygular bir arzu tatmini (duygusal piyasa romanlarında olduğu gibi), hiddet ("anaakım" türünün çoğu örneğinde olduğu gibi) veya hormon havuzunda (pornografide olduğu gibi) çalkalınıp duracaktır.

Yeni başlayanların başarısızlığı, güçlü duygular ve fikirlerle, henüz bunları vücuda getirecek imgeleri bulamadan, hatta sözcükleri nasıl bulup bağlayacaklarını dahi bilmeden uğraşmaya çalışmaktan kaynaklanır çoğu zaman. İngilizcenin (gelin biz buna anadilinin diyelim) sözcük haznesinden veya dilbiligisinden habersiz olmak da İngilizce (gelin biz buna, örneğin, Türkçe diyelim) yazan biri için azımsanmayacak bir eksikliktir. Bunun en iyi ilacı, bence, okumaktır. İki yaşlarındayken bir dili öğrenmiş olup o gün bu gündür bu dili konuşan insanlar, belli bir haklılık payıyla, ana dillerini bildikleri inancını taşırlar ancak bildikleri konuşma dilidir; az okurlar, çöp okurlar ve fazla yazmazlarsa, yazıları yaklaşık olarak konuşmaları iki yaşındayken neyse o olacaktır. Epey bir pratik gerekecektir. İnsanın daha basit ilkelerini bile bilmediği bir aletle karmaşık müzik yapmaya çalışması sanırım yazarlığa yeni başlayanlarda yaygın görülen zaaflardan biridir.

Daha ender görülen bir başarısızlık, sözcüklerin böğürüp sıçrayarak ve bir alay toz kaldırarak koşuşturup durdukları ve toz dağıldıktan sonra aslında ağıldan dışarı hiç çıkmamış olduklarını fark ettiğimiz öykülerdir. Sözcükler hicbir yere varmamışlardır çünkü nereye gitmeleri gerektiğini bilmezler. Duygu, fikir, imge hepsi başıbozuk bir koşuşturmacaya sürüklenmişlerdir ve öykü oluşmamıştır...

Yazar - şair Boris Pasternak, şiirin kendisini  "seslerle sözcüklerin anlamı arasındaki ilişkiden" yaptığını söylemiştir. "Ses"lerin içine sözdizimini, anlatının büyük hareketlerini, bağlantılarını ve  biçimlerini de dahil edersek, bence düzyazı da kendini böyle var eder. Sözcüklerle bu sözcüklerin uyandırdığı imgeler, fikirler ve duygular arasında bir ilişki, bir karışılıklılık vardır: Bu ilişki ne kadar güçlüyse yapıt da o kadar güçlü olur. Sesler, ritim, cümle yapıları ve imgeler arasında tutarlı, girişik örüntüler olmaksızın anlam ya da duyguya ulaşabileceğinizi sanmak, kemikler olmaksızın da yürüyebileceğinizi sanmakla birdir.

...

Gerçekliğin ayrıcalıklı bir açıdan görülüşüne olan inanç genellikle ayrıcalıklı çevreler dışında, hatta onlar içinde bile artık geçerli olmadığından, böyle bir varsayımdan yola çıkarak yazılan krumaca yalnızca giderek azalan veya artarak gericileşen bir izler çevresi için anlam taşıyacaktır. Oysa bugün yazan pek çok kadın, erkek bakış açısından yazmayı seçmektedir hâlâ; gerçekliğin dişil deneyiminin daha baştan, eleştirmenlerin çoğu ve edebiyat profesörleri dahil birçok potansiyel okur tarafından inkâr edileceği ve savunmaya yönelik bir düşmanlık ve küçümseme yaratacağı bilgisiyle yazmaktansa bunu tercih etmektedirler. O halde göründüğü kadarıyla, danışıklı dövüşmekle altüst etmek arasında seçim yapmak gerekmektedir; bu secimi yapmaktan kaçınabilirmiş gibi davranmanın yararı yoktur. Seçim yapmamak da bugünlerde bir seçimdir. Her tür kurmacanın etki, siyasi ve toplumsal ağırlığı vardır; bazen de yazarlarının kendilerini "siyaseti aşmış", "salt eğlendirmek için" yazan kişiler olarak tanıttığı hafif ya da kaçık edebiyate görünümlü yapıtlar hepsinden ağır çeker.

(Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar'dan)
Not: Kalın ve italik kısımlar benim vurgularım; parantez içleri de bana ait - N.Ö.

19 Kasım, 2010

YASIL YAZMALI? – Ursula K. le Guin

Açık konuşalım, yazarlar egoisttir. Tüm sanatçılar öyledir. Diğerkâm olsalar işlerini yapamazlar. Yazarlar, Yazar Hayatının Yalnızlığı üzerine sızım sızım sızlanıp kendilerini ses geçirmez odalara kapamaya ya da daha iyi sızıldanmak için barlara takılmaya bayılırlar. Ancak yazmanın büyük bölümü yalnızken yapılsa da, inanıyorum ki aslında tüm sanatlar gibi o da bir izler kitlesi için yapılır. Yani, bir izler kitlesiyle birlikte yapılır. Tüm sanatlar gösteri sanatıdır; yalnızca bazıları bu konuda daha sinsidir.

Sizden çok rica ediyorum, lütfen söylemediklerime çok dikkat edin. Yazarken izler kitlesini düşünmeniz gerekir demiyorum. Yazarın yazarken –elinde tabanca varmış gibi – zihninde sürekli “Bunu kim okuyacak? Kim alacak?  Kimi hedefliyorum?” sorularını taşıması gerektiğini söylemiyorum. Hayır.

Bir yapıtı tasarlarken, bir yazar okurları düşünebilir, genellikle de düşünmek zorundadır; örneğin çocuklar için bir öykü yazıyorsanız okurunuzun beş yaşında mı on yaşında mı olacağını bilmeniz gerekir. Yazdığınızın kim tarafından okunacağının değerlendirilmesi, onu tasarlarken, üzerinde düşünürken, sonuca ulaştırırken, imgeleri çağırırken uygun, hatta bazın tümüyle yararlıdır. Ancak yazmaya başladıktan sonra yazı dışında bir şey düşünmek ölümcüldür. Gerçek iş, yapma aşkına yapılır. Bununla sonradan ne yapılacağı başka bir iştir. Öykü, yaratı pınarlarından, sırf var olma arzusundan doğar; kendi kendini anlatır; kendi kanalını açar, kendi sözcüklerini bulur; yazarın görevi onun aracılığını yapmaktır. Bir hocanın editörün, medyanın, eleştirmenin ya da Alice’nin onun hakkında ne düşüneceği, yazarın kafasından geçen Salı kahvaltıda ne yediği sorusu kadar uzak olmalıdır yazarken. Daha bile uzak. Kahvaltının öyküye bir yararı olabilir.

Öykü bir kez yazıldığında ise, yazar o tanrısal yalnızlığını terk etmeli, her şeyin bir gösteri olduğunu, mümkünse iyi bir gösteri olması gerektiğini kabul etmelidir.

Ben, yani yazar, yapıtımı yeniden okuduğumda ve onu gözden geçirmeye, yeniden biçimlendirmeye, düzeltmeye oturduğumda okurumun farkında olmam, onunla işbirliğine girmem uygun ve sanırım gereklidir. Hatta sırf iman gücüyle onların, o bilinmeyen, belki de doğmamış kişilerin, sevgili okurlarımın gerçekten var olacaklarını iddia etmem gerekir. Yaratıcı anın kör, güzel kibirinin incelmesi, kendini fark etmesi, açık görüşlü bir hale gelmesi gerekir. Sorular sormalıdır, mesela: Bu gerçekten benim söylediğimi sandığım şeyi söylüyor mu? Söylediğimi sandığım her şeyi söylüyor mu? İşte bu aşamada kendimin, yazarın okurlarla olan ilişkisinin doğasını, yapıtımda sergilenen haliyle sorgulamam gerekebilir. Okurlarımı itip kakıyor, yönlendiriyor, onlara üstünlük taslayıp gösteriş mi yapıyorum? Onları cezalandırıyor muyum? Birikmiş ruhsal zehirlerim için onları çöp tenekesi olarak mı kullanıyorum? Ya söylediklerime inanırsınız kahrolasıcalar, ya da görürsünüz gününüzü mü diyorum? Onlarla körebe mi oynuyorum, peki bundan hoşlanacaklar mı? Onları korkutuyor muyum, peki amacım bu muydu? Onlara ilginç gelecek miyim, yanıt olumsuzsa ilginç gelmeye çalışmam gerekmez mi? Onları eğlendiriyor, onlarla şakalaşıyor, cezp etmeye mi çalışıyorum? Oynaşıyor muyum? İpnotize mi ediyorum? Onları benimle birlikte çalışmak üzere yapıtıma davet ediyor muyum, kışkırtıyor muyum, çekiyor muyum – benim tasavvurumu tamamlayan kişi olmaya, okur olmaya, Okur olmaya çağırıyor muyum onları?

Çünkü yazar tek başına yapamaz bunu. Okunmayan öykü öykü değildir; kağıt hamuru üzerine düşmüş küçük kara işaretlerdir yalnızca. Okur okuduğu zaman canlandırır onu: yaşayan bir şey, bir öykü kılar.

Not: Başlık benim uydurmam!..

10 Kasım, 2010

BANA "AKRABANI" SÖYLE, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’ında, Robert M. Pirsig, psikosomatik birtakım karın ağrıları çeken oğlu hakkında, birlikte seyahat ettiği çiftle konuşmaktadır. Oğlunu psikiyatriste götürmesini öneren arkadaşlarına, bunu istediğini; bunun için uğraştığını ama yapamadığını anlatır. Nedenini de şöyle açıklar: “Nedenini bilmiyorum… çünkü… bilmiyorum… onlar ‘akraba’ değiller” Ağzımdan çıkan sözcüğe şaşırıyorum. Demek istediğim akrabalık değil. Pek güzel durmuyor… ‘sevecen’ değil…  benzeri,  ‘sevecenlik’ de değil… Onlar Chris’e gerçek gerçek anlamda sevecen olamazlar, onun ‘akrabası’ değiller çünkü… Duygularım açıkça böyle…
Ursula le Guin ise Hep Yuvaya Dönmek’te üç türlü akrabalık ilişkisi tanımlar: Kan yoluyla, evlilik yoluyla ve edinmek yoluyla akraba olduklarımız. (Gördüğünüz gibi yeteneği kıt “yazar”ınız ekmeğini taştan, yazılarının konularını okuduğu ikibuçuk kitaptan çıkarmaktadır. Ama kabul ediniz ki Zen ve Motosiklet bakım Sanatı şahane bir kitap, le Guin de şahane bir yazardır, öyle değil mi?).
Bana öyle geliyor ki kan yoluyla ve evlilik yoluyla akraba olduklarımızı bir yana bırakırsak; edinilmiş akrabalar çok önemlidir insan hayatında. Edinilmiş akrabalarımızı, çünkü, bile isteye, taammüden seçmişizdir. Mecbur değilizdir o “akrabalığa”, istemesek olmayız; ama isteriz ve öyleyizdir. Şahanedir.
Edinilmiş akrabaları olmayan bir hayatı/kişiyi, çok önemli bişeylerden yoksun sayarım ve bu yoldan akraba edinememeyi de önemli bir eksiklik… Kendimi de,  şanslı sayarım doğrusu; edinilmiş bir sürü akrabam var. Kimiyle tanışırız, dostlarımdır ve akraba oluşumuz ışıtır hepimizin hayatlarını. Kimiyle,  tanımayız pek birbirimizi ama birbirimizin varlığından haberdarızdır az çok ve bunu bilmek, herhalde, güç verir bize en azından.  Kimini ben tanırım, ama onlar beni tanımaz. Onların kitaplarını okurken, müziklerini dinler, boyadıklarına, çizdiklerine, yaptıklarına bakarken; derinden hissederim; akrabayızdır.
Mesela, kebapçıda bir garson kız var; onunla akrabayız. Birbirimize gözlerimizin içi gülerek baktığımızda; ihtimal ikimiz de hissederiz bunu… İşini öyle güzel, öyle severek yapar; kendine ve insanlara sevgisi ve saygısı öyle belirgin ama öyle doğal ve kendiliğindendir ki, ona karşı başka türlü hissedemezsiniz.
Sonra mesela bir adam var: Gurbet ellerde, çok güç koşullarda hayat kavgası vermekte kendisi ve çocukları için ve derdi başından aşkın, aslına bakarsanız. Ama işte bu adam, tesadüfen karşılaştığı, itin birini sevgili edinmiş, sonra da bu itin şiddetine maruz kalmış Rus kızla ilgilenmeyi; onun başına gelenlerin hesabını sormayı hatta, boynunun borcu addeder. İşte o adamla akrabayız.
Sonra İsviçreli bir adam var, yetmişine merdiven dayamış: Dünyaca ünlü, “baba” bir paleontologdur; yazdığı kitaplar ve makaleler neredeyse bir kütüphaneyi doldurur filan. Zengin, soylu bir aileden gelir ve bu adamın hayattaki en büyük dertlerinden biri şudur: Yoksul ülkelerin bu işlere bulaşmış genç araştırmacılarına ne yapıp etmeli de, bir ufuk açmalı, daha çok bilgi edinmelerini, daha geniş bir bakış açısı kazanmalarını sağlamalı? Bunun için kâh birini-ikisini evinde yatırıp yedirmecesine,  laboratuarlarında çalışmaya davet eder;  kâh kendi gibi bir sürü “baba” hocayı da toparlayıp, kurslar düzenler, yirmisine otuzuna birden. Hoca’yla akrabayız.
Aman be,  ne diye uzatıyorum ki lafı?.. Nasılsa anlamışsınızdır. Daha bir sürü var; saymaya ne gerek? Hem de hepimizin hayatında var. Ve asıl meramım odur ki; edinilmiş akrabalar önemlidir.
Edinilmiş akrabaların varlığı, içimizdeki çok derin ve arkaik bir boşluğun dolması için de şarttır galiba: Hani şu avcı/toplayıcı olan; çok zor koşullarda, çok uzun zaman yaşamak zorunda kalmış atalarımız var ya! İşte onlar, küçük kabileler halinde yaşamışlar bütün o dönemi. Sayıları,  100’ü, bilemediniz 150’yi geçmeyen –rivayetler muhtelif, bazıları 80’i pek geçmezdi bile diyor - bireyden oluşan küçük topluluklar halinde. Ve uzak atalarımız öyle korkmuşlar ki; iklim değişip de, ormanları terk etmek, düzlüklere çıkmak zorunda kaldıklarında; ödleri kopmuş. Çünkü bunu yaparken “düzlükte yaşayan ve kendilerini bura koşullarına uydurmuş olan öteki hayvanlarla çatışmayı da göze almışlar” (Çıplak Maymun, Desmond Morris, Sander Yayınları, 1980). Bu çatışmalarda sağ kalabilmek için “akrabalarıyla” birlikte hareket etmek, dayanışmak, herhalde elzem olmuştur. Öyle değil mi?
Bu ortak geçmişin, aynı zamanda, insandaki “öteki” yaratma ihtiyacının da kaynağı olduğu kabul edilir, yaygın olarak. Ve denir ki “Homo sapiens  bilgisini ne kadar çoğaltmış olursa olsun, yine de çıplak maymun olarak kalmış; davranışlarını ne kadar soylu nedenlere dayarsa dayasın, yine de ilk baştaki o soylu olmayan güdülerden vazgeçmemiştir. Bunlardan biraz utanç duyduğunu biliyoruz ama baştaki içgüdülerinin milyonlarca yıldan beri onu etkilediğini, yenilerinin ise sadece birkaç bin yıllık bir geçmişe dayandığını da unutmamalıyız. Bu yüzden, bütün gelişimi boyunca biriktirmiş olduğu genetik mirası bir omuz silkmekle, sırtından atabilmesi kolay değildir” (Age)
Öyle olduğu için de, galiba, kendi küçük topluluğunu kurmak (akrabalar edinmek!); insan doğasına tümden aykırı, büyük kalabalıklarda yapayalnız olduğumuz bu modern zamanlarda, karşı konulmaz bir ihtiyaç haline gelmektedir. Size de öyle gelmiyor mu?
         Ve belki de, diyelim, akrabamız olduğu hissine/vehmine kapıldığımız, akraba edinmek isteyeceğimiz biriyle/birileriyle, hiç beklemediğimiz türden deneyimler yaşadığımızda; kalbimizin kırılmasının nedeni budur… Kendimizi düzlüklerde yapayalnız ve “çoktandır orada yaşayan ve oraya uyum sağlamışların” arasında, savunmasız ve yapayalnız hissetmekteyizdir.. farkına varmaksızın. Kimbilir… 

06 Kasım, 2010

GARİP - Ahmet İnam


         Garip gurbette olandır. Vatanında bile. Evinde bile. Burada iken, hep “orada”dır. Göçebedir. Yurdunda göçebedir. Bu gurbet duygusu onu dünyevi isteklerden, mülklenme açgözlülüğünden alıkoyar. Hep “ötede”dir. Üşüşmez garip. Kapışmaz. Yapışmaz.
...
Nedir garibi ülkesine bağlayan? İçine bağlayan, iç dünyasına? İkinci temel öğesi garipliğin: Duygulu oluşu. Duygulu, iç fırtınaları yaşayan, seven, arayan, yıkılan, uman...Gurbette yitmez garip; bekleyenleri vardır, döner gelir. Anıları vardır. Yaşadığı duyguların  bağlandığı diyarı vardır.
...
Garibin üçüncü temel özelliği kimsesizliğidir. Kimsesizliği eşinin dostunun olmayışı anlamında değil; dış dünyayla arasındaki kapanmayan derin uçurum, insanlarla ilişkisinde de kendini gösterir. Garibin dostları, sevgilileri elbette uçurumun öbür yanındandırlar. Garip öbür yana geçmiş, onları sevmiştir; ama döner gelir yeniden uçurumun öte yanına; yola çıktığı yere. Garip uzlaşmaz, yurt tutmaz. Yerleşmez. Onu bir eve, bir odaya, bir pencereye, bir insana bağlayamazsınız. Garip kimseyi kırmadığı için, kimseye kin tutmadığı, kimseyle yarışmadığı, kapışmadığı için kimsesizdir. Garipten müdür, muhtar, milletvekili olmaz. Garip gidicidir. Gidip gelici. Sorumsuz değildir. Everenden, candan, canlılıktan sorumludur. Kendinden. Kendini yaşaması için, kendi sorumluluğunu taşımak amacıyla gider.
...
Garip, birbirini boğazlayan, doğayı sömüren, çıkarlarını sürekli kollayan, iç dünyasını, ruhunu unutmuş insana bir uyarıdır.

04 Kasım, 2010

EVCİLLEŞTİRDİĞİN ŞEYDEN SORUMLUSUN (Küçük Prens'ten)

İşte o sırada tilki geldi.
- Günaydın, dedi.
Çevresine bakıp kimseyi göremeyen Küçük Prens:
- Günaydın dedi tatlı bir sesle.
- Buradayım, dedi ses, elma ağacının altında.
- Kimsin sen? dedi Küçük Prens. Güzelliğine diyecek yok.
- Ben tilkiyim.
- Gel oynayalım, çok üzgünüm.
- Seninle oynayamam, evcil değilim.
- Kusuruma bakma, dedi Küçük Prens.
Biraz düşündükten sonra ekledi:
-“Evcil” ne demek?
- Buralı değilsin besbelli, ne arıyorsun burada?
- İnsanları arıyorum. “Evcil” ne demek?
- İnsanlar, dedi tilki, insanların tüfekleri vardır. Ava çıkarlar. Hepimizin rahatını kaçırırlar. Bir de kümeslerde tavuk beslerler. Başka dertleri yoktur. Yoksa piliç mi arıyorsun.
- Hayır, dost arıyorum. “Evcil” ne demek?
- Artık kimselerin umursamadığı bir geleneğin gereği. Türlü ilgiler kurmak demektir.
- “İlgiler kurmak” mı?
- Evet. Sözgelimi sen benim için şimdi yüzbinlerce oğlandan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var, ne de benim sana. Ben de senin için yüzbinlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinme duyarız. Sen benim için dünyada bir tane olursun, ben de senin için.
- Biraz biraz anlıyorum, dedi Küçük Prens, bir çiçek var. Galiba beni evcilleştirdi.
- Olabilir, dedi tilki, dünyada neler olmuyor ki!
- Ama bu dediğim Dünya’da olmadı!
- Yoksa başka gezegende mi?
- Evet.
- O gezegende avcı var mıdır?
- Yok.
- Bak, bu çok ilginç. Peki ya piliç?
- Yok.
- Hiçbir şey tam istendiği gibi olmuyor, dedi tilki içini çekerek.
Ama hemen konuya döndü:
- Hayatımda hiç değişiklik olmaz. Ben piliçleri avlarım, insanlar beni avlar. Bütün piliçler birbirine benzer, bütün insanlar da. Doğrusu epey sıkıcı. Ama beni bir evcilleştirsen hayatım günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden apayrı bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla kovuğuma kaçırtır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır. Bak, ötedeki buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Buğday tarlaları bana bir şey demiyor. Bu, çok acı, ama senin saçın altın renginde. Beni evcilleştirsen ne iyi olurdu, bir düşün. Altın rengindeki başaklar seni anımsatacak artık. Başaklardaki rüzgârı dinlemek güzel gelecek.
Tilki sustu ve uzun bir süre Küçük Prens’i süzdü:
- Ne olursun evcilleştir beni, dedi.
- Çok isterdim, ama vaktim az. Dostlar edinmeli, yeni şeyler tanımalıyım.
- Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki, insanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan, beni evcilleştir işte…
- Evcilleştirmek için ne yapmalıyım?
- Çok sabırlı olmalısın. Önce benden biraz ötede çimenlerin arasında oturacaksın. Şöyle. Ben seni göz ucuyla süzeceğim, sen ağzını açmayacaksın. Çünkü sözcükler yanlış anlama kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınımda oturursun…
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
- Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur, dedi tilki, sözgelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her geçen dakika mutluluğum artar. Saat dört dedi mi meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını bulup çıkarırım. Ama gelişigüzel gelirsen içimi sana hangi saatte hazırlayacağımı bilemem. Ayinsiz olmuyor.
- Ayin nedir?
- O da artık kimsenin umursamadığı bir gelenek. Bir günü öbür günlerden, bir saati öbür saatlerden ayırır. Sözgelimi peşimdeki avcıların bir ayinleri var. Her perşembe, köylü kızlarla dans ederler. Bu yüzden perşembe benim için eşsiz bir gündür! O gün bağlara kadar uzanırım. Avcılar belirsiz günlerde dans etselerdi, bütün günler birbirine benzeyecek, ben de hiç keyif çatamayacaktım.
Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılık saati yaklaşınca tilki:
- Ah, dedi, gözyaşlarımı tutamayacağım.
- Suç sende, dedi Küçük Prens. Sana kötülük etmeyi düşünmemiştim, kendin istedin evcilleşmeyi.
- Orası öyle.
- Öyleyse bundan bir kazancın olmadı!
- Oldu, oldu, dedi tilki, başak tarlaları meselesi…
Sonra da ekledi:
-Git, bir daha bak güllere. Seninkinin eşsiz olduğunu anlayacaksın. Sonra gel helâllaşalım; sana bir sır vereceğim.
Küçük Prens güllere bir daha bakmaya gitti:
- Siz benim gülüme hiç mi hiç benzemiyorsunuz. Şimdilik değersizsiniz de. Ne sizi evcilleştiren olmuş, ne de siz kimseyi evcilleştirmişsiniz. Tilkim eskiden nasıldı, öylesiniz. O da önceleri tilkilerden bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada bir tane.
Güller güç duruma düşmüşlerdi.
- Güzelsiniz ama boşsunuz, diyeekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü camekânla örttüğüm odur, rüzgârdan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız tırtılların dışındakileri, uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.
Sonra tilkiyle buluşmaya gitti:
- Hoşça kal, dedi.
- Hoşça git, dedi tilki. Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
- Gerçeğin mayası gözle görülmez.
- Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır.
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
- Uğrunda harcadığım zamandır.
- İnsanlar bu gerçeği unuttular, sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun…
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
- Gülümden ben sorumluyum.
(Küçük Prens – Antoine de Saint-Exupéry; çevirenler: C. Süreya – R. Tomris, Bilgi Yayınevi, 1965)