“Gerçekleşmesi imkânsız tasarı ya da düşünce” diyor sözlük ütopya için. Benimki alçakgönüllü (gibi görünen) bir ütopya: İnsanın kendini “bildiği” bir dünyanın düşünü kuruyorum. Tuhaf görünebilir ama hakikaten müthiş bir “kendini bilmezlikten” muzdarip insanlık. Bu kendini bilmemek “Çok kendini bilmez biri o.” cümlesindeki kendini bilmekten çok başka bir şey. İnsanın kendini bilmesinden kastım, insanın Homo sapiens türüne ait bir hayvan olarak kendini bilmesi/tanıması.
Homo sapiens dediğimiz canlı üç milyar yılı aşkın bir evrim sürecinin ortaya çıkardığı bir primat; maymungillerden bir hayvan. Ama kendisini hayvanlardan ve doğadan ayrı ve öte tutmaya öylesine muhtaç ve meraklı ki, en “gelişmiş” dinlerinin bazıları Tanrı’nın taşları ve suları, toprağı ve otları, börtüyü ve böceği, kurdu, kuşu… yarattıktan sonra; bütün bunların üstünde ve ötesinde bir varlık olarak, eşref-i mahlûkat diye, insanı yoktan var ettiği varsayımına dayanıyor. İnsan buna inanmaya muhtaç demek ki! Bu hikâyeler başka hangi ihtiyaçtan türemiş olabilir?
Çocukken, babamların Hallac-ı Mansur’dan, onun “enel hak” dediği için derisinin yüzüldüğünden; oysa Tanrı’nın insanı topraktan yaratıp ruhundan ruh, nurundan nur üflediğinden ve bunun elbette insanı Tanrı’nın bir parçası/bir parça Tanrı yaptığından söz ettiklerini duyar, sevinirdim. Hepimizin bir parça Tanrı olması güzeldi. Fakat cilveli kader büyüyünce beni paleontolog yaptı. Fosilleri öğrendim, yerin tarihini, bu tarih boyunca olup bitenleri. Ve anladım ki hepi topu Homo sapiens türü bir maymunuz. Biz kim Tanrı olmak nere!
Okudukça, öğrendikçe ve gözledikçe gördüm ki her ne kadar her birimiz kendimizi benzersiz, eşsiz saysak ve her ne kadar biraz ve bir bakıma hakikaten öyle olsa bile; benzerliklerimiz farklılıklarımızdan fazla. Zihinlerimiz benzer şekillerde işliyor. Korkularımız aynı ortak geçmişin ürünü. Bizi sevindiren küçük ve anlamsız şeyler, korkutan irili-ufaklı ve anlaşılır - anlaşılmaz şeyler, kendimizin ve birlikte yaşadıklarımızın hayatını güçleştiren ve kolaylaştıran diğer bütün özelliklerimiz; her şey, ancak evrim tarihimiz içinde anlam kazanıp yerli yerine oturuyor.
Zihinlerimiz benzer şekillerde çalışıyor. Cinsiyetlerimiz dünyaya ve hayata nasıl bakacağımızı belirliyor. Uzun zaman küçük sürüler halinde yaşamış bir kabile hayvanı olmamız yüzünden, bize yabancı olanı onca kolaylıkla ötekileştiriyoruz. Aynı mekanizmaları kullanarak bizi kandırıyor beynimiz. Her birimizin elinde birer nalıncı keseri var; az ya da çok, hep kendimize yontuyoruz. Çünkü beynimiz başka türlüsüne olanak vermeyecek bir çalışma biçimine sahip. Bir önyargıya kapılmaya görelim; onu güçlendiren kanıtları asla gözden kaçırmazken, aleyhindeki kanıtları ısrarla görmezden geliyoruz. Falanca hormondan bolca verildiğinde bedenimize, aynı şekilde azıyor yahut saldırganlaşıyoruz. Say say bitmez…
Çok kusurlu varlıklarız yani, eşref-i mahlukat olmak bir yana! Kusurlarımızı düzeltmenin bir yolu bulunmayabilir belki ama bu kusurların kendimize ve başkalarına; hayvanlara ve bitkilere, gezegene ve âleme verdiği zararların önüne geçmek mümkün olabilir. Birinci koşulu da bu kusurların farkına varmak olsa gerek. Tıpkı bir şeker hastası gibi: Hani derler ya, “şeker hastası hastalığını bildiği ve gerekli önlemleri aldığı sürece sorunsuz ve sağlıklı yaşar” diye. Aynen öyle işte! Homo sapiens’in ne menem bir hayvan olduğunu öğrenmek çok şeyi değiştirebilir.
Benim ütopyam işte bu! İnsanın kendisini bildiği bir dünya. Ama insan kendini olduğu gibi kabul etmeye öylesine gönülsüz bir varlık ki, böyle bir dünya düşlemek neresinden baksanız ütopya.